29 Nisan, 2010

142 - Dolmabahçe'ye Gecikmiş Bir Gezi

Perşembe, Nisan 29, 2010 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
İnsanlar genelde büyüdükleri şehrin birçok özelliğini görmezden gelir. Ben de maalesef bir İstanbullu olarak şehrin birçok yerini gezmedim. Bu açığı kapamaya çalışırken de yolum Dolmabahçe Sarayı'ndan geçti. 

Saray hakkında birkaç kısa bilgi vereyim. Öncelikle, Osmanlı'da Batılı tarzda inşa edilmiş ilk saraymış. 45,000 metrekarelik bir alana sahip. Sayılardan hatırımda kalanlar 68 tane banyosu olduğu, en büyük halısının 125 metrekare ve en büyük avizesinin de 4.5 ton ağırlığında olduğu. Sarayın giriş bahçesinin fotoğrafını yanda görebilirsiniz. İnşa edilirken, denizin bir kısmı doldurularak bahçe haline getirildiği için saray, dolmabahçe adını almış.

Sarayda mavi, pembe, kırmızı salon gibi bölümler var. Bu odaların isimleri içlerinde ağırlıkla kullanılan renklerden kaynaklanıyor. Kırmızı renk, gücü temsil ettiğinden padişahın konuklarını karşıladığı odalarda kırmızı hakim. Pembe salon da Atatürk'ün en çok sevdiği, çalışmalarını sürdürdüğü odaymış. Sarayı bir rehber eşliğinde grup halinde geziyorsunuz, tek başınıza gezmenize izin verilmiyor. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Şu an halen törenler, yemekler için kullanımda olan bir salon varmış, burası da bahsettiğim en büyük halı ve avizenin bulunduğu, iki katlı bir salon. Salonun ısıtılması zor olduğu için, ilginç bir çözüm bulunmuş bu soruna. Salondaki sütunların dibine ızgaralar konmuş ve bir alt katta yakılan ateş ile salonun ısıtılması sağlanmış.


Rehberli tur bittiğinde kendi başınıza Camlı Köşk, Saat Müzesi ve Harem'i gezebilirsiniz. Camlı Köşk'ün bahçesinde başta tavuskuşu olmak üzere tavuk, horoz, ördek gibi çeşitli kuşlara rastlayabilirsiniz. 

27 Nisan, 2010

141 - Bir Fantastik Komplo Teorisi / Windows'ta Neden Con İsminde Klasör Açılmaz

Salı, Nisan 27, 2010 Gönderen Berna Arslan , , 1 yorum
Milletçe pek sevdiğimiz komplo teorilerinden bir tanesini yeni duydum, kelimeler kifayetsiz kalıyor, paylaşmak istedim. Teorimiz, Windows işletim sisteminde neden "con" isminde bir dosya açılamadığı ile ilgili. Eh elbet dünya üzerindeki tüm dillerin kökeni nasıl Türkçe'ye dayanırsa, con adlı dosya oluşturulamamasının sebebi de bir şekilde bize bağlanıyor.  

Efsanemiz şöyle: Simgesi con olan contorium adında bir element var, numarası 90, periyodik tabloda toryum adında geçiyor, çünkü cetveli kuran biliminsanı Mendeleyev'e Rus hükümeti tarafından baskı yapılmış bu numaralı yeri boş bırakması için, ama o bir "cinlikle" buraya toryum elementini koymuş. Bu element radyoaktif, kütle numarası 364.7. Element, Manisa'da çıkarılıyor, buradan 364.7 km kuzeye gidiyoruz, bir bakıyoruz İstanbul boğazına gelmişiz. Ee, elementin de dünyada en yoğun bulunduğu yer boğazın dipleri. İşte şimdi anlıyoruz neden "ecnebilerin" buraya yakın yerlerden ev aldıklarını, Dubai kuleleri sebebiyle diplerde araştırma yaptıklarını vs. 

Son olarak bu efsaneyle ilgili yayılan bir mailden birkaç cümle alıntı yapmadan duramayacağım, çünkü benim anlatmam aynı tadı vermeyecektir:
  • lütfen bu yazılı metni tüm tanıdıklarınıza iletin ve ülkemizden toprak satın almak isteyen yabancılara ve güya turistik gezi amaçlı boğazı gezen ecnebilere şunu söyleyin: "you will never have our mineral of contorium! we are aware of the danger!" (asla mineralimize sahip olamayacaksınız, tehlikenin farkındayız.)
  • contorium isimli dosya açilamamasinin sebebinin "console"un kisaltmasi olduğuna dair mossad ve cia güdümlü açiklamalar var.
  • bir sene sonra çikan windows 95 işletim sisteminde con isimli klasör açilamadiği gibi contorium'un izotoplari olan com1 ve com2 de isim olarak açilamiyordu. sizce güya işletim sistemiyle alakali olan bu kisaltmalarin dosya klasör ismi bile olamamasi bir tesadüf müydü? elbette hayir. 
Şimdi bu teoriden sonra biraz da gerçeklere dönelim. Con isminde bir dosyayı Windows'ta açamıyoruz, çünkü bu bir "reserved word", yani bir nevi ayırılmış sözcük. Bunun gibi birçok başka kelime daha var: prn, aux, nul gibi. Bu tip özel sözcükler işletim sistemlerinde ve programlama dillerinde belirli kavramlara karşılık geldiğinden bunların kullanımı sınırlanmıştır. Teoriyi uyduran arkadaşların tıkandıkları bir yer de şu: Diyelim ki ABD, Bill Gates'i engelledi, Windows'ta con isminde dosya açılmıyor, peki Apple'ın kurucusu Steve Jobs? Mac OS'ta con isminde dosya açılabiliyor, bir kısıtlama bulunmuyor.

Son olarak: Neresinden tutsanız elinizde kalan bu teoriyle ilgili dolaşan maili şuradan okuyabilirsiniz. Bu arada toryumun kütle numarası da iddia edildiğinden başkaymış, hemen yanda görebilirsiniz.

25 Nisan, 2010

140 - Garipçe Köyü'ne Bir Gezi

Pazar, Nisan 25, 2010 Gönderen Berna Arslan , , 1 yorum


Bugün İstanbul sınırları içinde bulunan Garipçe Köyü adında bir yeri ziyaret ettik. Hakkında iyi şeyler duyup merak ettiğimiz köy, ufak ve deniz kenarında. Sarıyer'den 150 numaralı otobüse binerek yarım saatte ulaşabilirsiniz. Keyifli bir yolculuk, çünkü şehirden uzaklaşıp yeşillikli yollardan geçerek gidiyorsunuz. 

Ulaştığımızda Asma Altı adlı sevimli bir yerde açık büfe kahvaltı yaptık. Oldukça kalabalıktı. Kahvaltıdan sonra etrafı keşfedelim dedik. Küçücük bir köydü, ancak hevesiniz varsa doğası ile içiçe uzun zaman geçirebilirsiniz. Girişin sağ tarafında yüksek bir yerde gördüğümüz bir kaleye gözümüzü dikip, otların arasından oraya giden kendimizce bir yol bulduk. Kaleye ulaştığımızda uçurtma uçuran bir baba kızın yanından geçerek kalenin içine girerek pencerelerinden görülen güzel manzaranın tadını çıkardık. 

İlginizi çekiyorsa ev yapımı salça, reçel, peynir, ekmek gibi ürünleri satın alabilir, istiridyelerden yapılmış değişik takılar bulabilirsiniz.

Köyün sitesine buradan ulaşabilirsiniz. İstanbul'da yaşayanlara haftasonu için güzel bir kaçamak olabilir.

138 - MSG / Ne Yediğini Gerçekten Biliyor musun?

Pazar, Nisan 25, 2010 Gönderen Berna Arslan , , , , , 1 yorum
İşlenmiş gıdaların birçoğunda ister istemez maruz kaldığımız bir madde var: MSG, yani Monosodyum glutamat. Bu bir tat artırıcı madde. Başka bir deyişle yediğimiz yemeğin tadını değiştirmiyor, ancak tat alma hücrelerini uyararak beynimizin onun tadını daha iyiymiş gibi algılamasına yol açıyor.

Yan etkileri pek bilinmeyen bu madde hakkındaki araştırmanın geçmişi uzun sayılır. 1968 yılında bir tıp dergisinde yan etkileri hakkında bir araştırma yayımlanmış. 1969'da ise laboratuvar hayvanlarına direkt olarak enjekte edilen MSG'nin hayvanların beyin hücrelerini öldürdüğü gözlemlenmiş. 1970'te üreticiler maddenin bebek mamalarından çıkartılmasını kararlaştırılmış, ancak bunun uygulanması 78'i bulmuş. Bunlar ABD'deki gelişmeler bildiğim kadarıyla.

Biliminsanları MSG ve korkulan bazı sinir hastalıkları arasında bir ilişki bulmuşlar. Bu hastalıkların arasında Alzheimer, Parkinson gibilerini sayabiliriz. Toplumun yaklaşık yüzde otuzunun ise bu maddeye karşı alerjik reaksiyon gibi tepkiler gösterdiği gözlenmiş. Hatta bir zamanlar belirtiler Çin Lokantası Sendromu diye adlandırılmış, çin yemeklerinde sıkça bulunan glutamat yüzünden.

İşin pis ve kritik kısmı ise şu: MSG başka adlar altında yediğimiz birçok şeyin içinde gizleniyor. Bu adlardan en popüler olanı "
aroma artırıcı". E621 diye de simgelenmiş olabiliyor. Hatta firmaların MSGsiz diye iddia ettikleri ürünlerinin içinde bile bu maddeye rastlanıyor, çünkü ürünün içindeki diğer maddelerin (örneğin maya özütü) içinde olabiliyor. 1909 yılında Japon bir firma tarafından patenti alınmış olan maddenin 2001 yılındaki satış rakamı 1.5 milyon tonmuş ve her sene yüzde dörtlük bir artış bekleniyormuş.

Çocukların McDonalds'ın hamburgerlerine bayılmalarının, yediğimiz cipslerden, çerezlerden bıkmamamızın ya da  dışarıdaki yemeklerin tatlı gelmesinin nedenlerinden biri de işte bu madde. Büyük bir sektör olan gıda sektörüne para tatlı, sağlık önemsiz geliyor ve ne yediğimizi bilemeden beslenip gidiyoruz.

137 - Rastgele Bilgi

Pazar, Nisan 25, 2010 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
İnternet tarayıcınızı her açtığınızda ansiklopedik yeni bir bilgi edinmek isterseniz, giriş sayfanızı Vikipedi'nin veya Wikipedia'nın rastgele makale sayfasına getirebilirsiniz.

Bunun için şu adresi giriş sayfası olarak atamanız gerekiyor: Türkçe: 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Special:Randompage veya İngilizce: http://en.wikipedia.org/wiki/Special:Randompage




21 Nisan, 2010

136 - Muzlar ve Maymunlar

Çarşamba, Nisan 21, 2010 Gönderen Berna Arslan , 2 yorum
"İçinde beş maymun olan bir kafesiniz var diyelim. Yüksek bir yere birkaç muz asın ve altına da bir merdiven koyun. Herhangi bir maymun muzları almak üzere merdivene tırmanmaya başlayınca geride kalan maymunlara soğuk su fışkırtın. Kısa zaman içinde herhangi bir maymun merdivenleri tırmanmaya kalkarsa diğer maymunlar tarafından durdurulacaktır. 

Soğuk suyu bir kenara bırakın. Kafesteki maymunlardan birini yeni bir maymunla değiştirin.Yeni gelen, muzları almak için tırmanmaya yeltenecek ve diğerlerinin saldırısına uğrayacaktır. Tekrar eski maymunlardan birini yenisi ile değiştirin. Aynı durum tekrarlanacaktır. Değiştirmeye devam edin ve kafeste eski maymunlardan hiç biri kalmasın. 

Şimdi her seferinde yeni bir maymun geldiğinde ve merdivenleri çıkmaya çalıştığında diğer maymunlar tarafından saldırıya uğrayacaktır. Ortada soğuk su yoktur. Maymunlar aslında neden saldırdıklarını bilmiyorlardır, tek bildikleri yukarı çıkanın engellendiği, yani orada işlerin böyle yürüdüğüdür. 

Ve işte bu da tam olarak şirket politikalarının nasıl oluşturulduğudur."

Demiş bir sitede gördüğüm ve hoşuma giden bir yazı.

18 Nisan, 2010

135 - Notaları Kaçırma!

Pazar, Nisan 18, 2010 Gönderen Berna Arslan , , 1 yorum
Eğlenceli bir siteden haberdar oldum, adı JamLegend.

Sitede varolan birçok türe ait müziklerden istediğinizi seçiyorsunuz ve seçtiğiniz zorluk seviyesine göre klavyedeki tuşlar ile akan müzik notalarını takip etmeye çalışıyorsunuz. Notalardan anlamanıza gerek yok bu arada, soldaki resimde görebileceğiniz gibi, aşağıya doğru renkli noktalar akıyor ve siz de ritme göre onlara kaçırmadan basmaya çalışıyorsunuz. Tuşları değiştirebilirsiniz Options menüsünden, mutlaka 1'den 5'e olan tuşları kullanmanıza gerek yok.

Simpsons
'ların müziği zorlayıcı bir hızda,
denemenizi tavsiye ederim. Ben çok sevdim, size de iyi eğlenceler!


Önemli Dipnot: Kendi şarkılarınızı da ekleyip oynayabiliyormuşsunuz.

14 Nisan, 2010

134 - Kök Hücre

Çarşamba, Nisan 14, 2010 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Kök hücrelerin hakkında ve kullanımları konusunda neden tartışmalar olduğu ile ilgili bir yazı okudum ve paylaşmak istedim. Öncelikle kök hücrelerinin önemi 220 hücre tipinden herhangi birine dönüşebilme potansiyellerinde yatıyor. Diğer hücreler, kendi türleri içinde çoğalabilirken, kök hücresinin "kaderi" daha belirlenmemiş oluyor.

Bu hücrelerin, embriyo ve yetişkinlerde bulunmak üzere iki tipi mevcut. İlk zamanlarda, yetişkinlerde bulunanların çok esnek olmayacağı düşünülmüş, ancak karaciğerdeki bir kök hücreden pankreasın ürettiği insülini üretmek mümkünmüş.

Peki araştırmalar için kök hücreler nereden elde ediliyor? 

80'lerin başında farelerden kök hücre alınması ve laboratuvarda geliştirilmesi öğrenilmiş. 1998'de ise ilk kez insan kök hücresi çoğaltılmış. İnsan kök hücresi iki yolla elde ediliyormuş: 1. sperm ve yumurtanın birleştirilmesi 2. klonlama. Tabii araştırmalar için embriyo üretilmesi mümkün olmayacağından, araştırmacılar da kliniklerde bulunabilen (örneğin tüp bebek amacıyla) döllenmiş yumurtaları kullanıyorlarmış. Klonlamada ise donör yumurtanın çekirdeği yerine hastaya ait çekirdek konuluyormuş.




Yetişkin kök hücrelerinin alınması ve yetiştirilmesi zormuş, bu yüzden genelde embriyo seviyesinde çalışılıyormuş. Yine de bu çalışmada çeşitli zorluklar bulunuyormuş, örneğin hala bu hücrelerin gelişip belli bir organa dönüşmesi üzerinde tam bir kontrol geliştirilmedi.

İdeal olarak istenen şey, bir tip hücrenin laboratuvarda geliştirilip insan vücuduna enjekte edilmesi ve hücrenin burada zarar görmüş dokunun yerine geçmesi.
Ama bu şu anda kontrol altına alınabilmiş bir gelişim olmadığından, henüz uygulanamıyor.

Örneğin, insülin üreten hücrelerin şeker hastası olan bir hastaya enjekte edilmesinin amaç olduğunu düşünelim. Biliminsanlarının iki görevi olmalı: 1. Hücrelerin insülin üretebilmesi, ve 2. Olması gerektiği seviyede insülin salgılanması. (Şeker hastalığı ve kök hücre kullanımı ile ilgili bir habere buradan ulaşabilirsiniz.) Aynı zamanda başka problemler de var. Donörlerden alınacak hücrelerin, enjekte edilen kişinin bağışıklık sistemi tarafından düşman hücre olarak algılanıp saldırıya uğraması mümkün. 



Peki neler yapılabilir kök hücre tedavisi ile?

Öncelikle, hastalık veya yaralanma sebebiyle zarar görmüş dokular onarılabilir. Örneğin, kalp krizi sebebiyle zarar görmüş doku onarılabilir. Aynı zamanda, kök hücre çalışmaları yeni bulunan ilaçların denenmesi için de iyi bir ortam oluşturabilir. Beyin hücreleri ile ilgili olan hastalıkları iyileştirmek için de bir umut var, örneğin Parkinson hastalığı gibi. Sıçanlar ile yapılan araştırmalarda bu gibi birkaç konuda başarı sağlanmış.


Ve nihai amaç da organların laboratuvar ortamında geliştirilmesi. Organa şekil vermek için biyolojik olarak bozunabilir bir madde kullanılması düşünülüyormuş.

Bunların hepsi güzel gelişmeler, peki o zaman neden kök hücreler bu kadar tartışmalı? Olayın bir de dinsel ve etik bir boyutu var. "Hayat ne zaman başlar?" sorusuna cevap aranıyor. Kök hücreye ulaşabilmek için, embriyonun yok edilmesi gerekiyor, bu da tartışmayı başlatan nokta oluyor. Embriyo 4-5 hücreden oluşuyor olsa bile, onu yoketmenin insan öldürmekle aynı durum olduğunu savunanlar var. Bu tamamen bakış açısı ile ilgili bir konu. Son olarak tartışma kök hücreler lehine sonuçlanacak olsa da, tedavilerin yaygınlık kazanması için daha zaman var.


Dipnot: Daha fazla bilgi için - http://science.howstuffworks.com/cellular-microscopic-biology/stem-cell.htm

13 Nisan, 2010

133 - İnsan Beyni Hakkında 4 Kısa Bilgi

Salı, Nisan 13, 2010 Gönderen Berna Arslan , yorum yok
İnsan beyninin diğer canlıların beyinlerine göre neden daha gelişmiş olduğunu düşündünüz mü? Boyutu mu daha büyük, vücudumuza olan oranı mı yoksa?

Aşağıda 4 soruya verilmiş kısa ve aydınlatıcı cevapları bulacaksınız:

1. İnsan beyni, diğer türlerin beyinlerinden daha mı büyük?

    Hayır, balina ve fil beyinleri daha büyük.

2. İnsan beyninde sinir hücreleri daha yoğun ve içiçe geçmiş bir yapıya mı sahip?

    Hayır, daha küçük beyinlere sahip olduklarından bu durum kemirgenler için daha geçerli.   

3. İnsanda beynin vücut ağırlığına olan oranı diğer türlerden daha mı büyük?

    Hayır, farelerde bu oran insanınkinin iki katı.

4. İnsan beyni, diğer türlerin beyinlerinden daha mı hızlı büyüyor?

    Evet!  Vücudumuzun ağırlığı aşağı yukarı diğer primatların vücut ağırlıkları ile aynı oranda artarken, beyin ağırlığımız çok daha hızlı artış gösteriyor. Aynı zamanda beynin gelişimi çok uzun yıllar boyunca devam ediyor.

132 - Lale Yabancı Dillerde Neden Tulip/Tulipe/Tulpe vs.

Salı, Nisan 13, 2010 Gönderen Berna Arslan , 2 yorum
İstanbul'da lale mevsimi başladı. Bugün Eminönü'nde rastladım lalelere yakından. Eskiden pek sevmezdim, ancak uzaktan bakınca toplu durduklarında şehre güzel bir renk getirdiklerini düşünmeye başladım.


Laleye ise İngilizce'de neden tulip dendiğinin ilginç hikayesini öğrendim. Sanırsam Osmanlı zamanında bir Fransız diplomat, başı örtülü bir hanımın örtüsünde lale desenini görüyor ve bilmediği bu çiçeğin adını soruyor. Bu soruyu yanlış anlayan ve hanımın başındaki örtünün adını sorduğunu zannedenler ise tülbent diye cevap veriyor. Tülbent ise evrile çevrile Fransızca'da tulipe kelimesine dönüşmüş deniyor.

11 Nisan, 2010

131 - Neden Hayatlarımızı Dramatize Etmeye Meraklıyız

Pazar, Nisan 11, 2010 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
Başlarına gelen her olayı dramatize etmeye, uzun uzun anlatmaya, şikayet etmeye bayılan kişiler elbet vardır çevrenizde. Zaten hepimiz az biraz meyilliyizdir hayatlarımızda dram aramaya. Gençken daha çok aşk, aile ve anlaşılamama gibi  konulara yönelen dram isteğimiz, yaşlandıkça iş güç, sağlık konularına doğru da kayıyor sanırım. Amerikalı yazar Kurt Vonnegut ise bir konuşmasında bu dram isteğine çok güzel bir açıklama getirmiş kanımca.

Demiş ki, asırlardan beri insanlar fantastik hikayeler duymaya alışkınlar. Sorun ise, hayatın hikayeler gibi olması gerektiği düşüncesinde. Daha sonra tahtaya yandaki şekli çizmiş. Burada yatay çizgi geçen zamanı gösterirken, dikey eksen mutluluk seviyesini gösteriyor (misery=sefalet, ecstasy=aşırı mutluluk).

Sonra da Külkedisi hikayesini inceleyelim demiş bu grafiğe göre ve alttaki şekil ortaya çıkmış. Şeklin üstündeki yazıları Türkçe'ye çevirdim.

Daha sonra, duymaya alıştığımız başka bir klasik hikaye tarzı da tipik felaket senaryosudur demiş. Onun grafiği de hemen altta.
Bu hikaye tarzı asırlardır yazılıyor ve insanlar buna bayılıyor demiş yazar. Bunun sonucunda da, kendi hayatlarının da bu hikayelere benzer olması gerektiğini çıkarıyorlar. Ancak, bir problem var ki, gerçek hayatın grafiği şöyle:


Yazarın iddiasına göre, bu yüzden başımıza gelen birçok şeyi çok önemli zannediyoruz. Bu yüzden spora, savaşa yatkınız. Çünkü hayatımızı bir peri masalına çevirmek istiyoruz!

130 - 20. Yüzyılın En Etkili Kişileri Arasında Bir Türk: Murat Arslan (kim bu adam?)

Pazar, Nisan 11, 2010 Gönderen Berna Arslan , , 2 yorum
1998 yılında Time dergisi 20. yüzyılın en etkili kişilerini seçmek üzere bir anket düzenliyor. Ankette liderler, sanatçılar, biliminsanları, kurucular gibi birçok kategori var. Oylama sonlandığında Kurucular (Builders & Titans) kategorisinde kimsenin tanımadığı bir Murat Arslan çıkıyor ortaya. Kim bu adam derken durum kendisi tarafından kısaca şöyle anlatılmış:

Bir medya kuruluşunda sistem ve network sorumlusu olarak yarı zamanlı çalışan Murat Arslan, işinden sıkılmış bir kişi. Time'ın anketinden haberdar oluyor ve görüyor ki oylar önceden belirlenmiş isimlere verilmiyor. Kendisi de programlamaya meraklı bir kişi olarak bir otomatik oylama programı yazıyor.

Önce Atatürk'e oy veriyor bu programı kullanarak. Bu hareketi şirketteki çalışma arkadaşları tarafından takdirle karşılanıyor, ancak programın gerçekten oy attığına emin olamıyor, çünkü başka kişilerin de aynı anda oylamaları mümkün. Bunun üzerine Cuma günü mesai bitimi bir de kendi ismini denemeye karar veriyor.


Bunu takip eden haftasonu molasından sonra bindiği şehirlerarası otobüste bir yolcunun elindeki Hürriyet gazetesinin arka sayfa manşetinde ise kendi ismini görüyor. Haberi okuyunca, işadamlarının birbirlerine "Kim bu Murat Arslan?" diye sorduklarını ve sözkonusu kişinin Almanya'da çalışan bir işadamı olduğunu düşündüklerini görüyor. Olay burada bitmiyor.


Çalışma arkadaşlarından biri daha çok oy gönderebilmek için programı kendi makinasında da çalıştırmayı öneriyor.  İş arkadaşına programı kod halinde yollayan Arslan, beklenmedik bir olayla karşılaşıyor. Programlama konusunda iyi olan arkadaşı, Arslan'ın ismini değiştirerek Fenasi Kerim'e oylar yağdırıyor. Tabii iş çığrından çıkarak, 10 kişilik liste 8 kurucu, M. Arslan ve F. Kerim'i barındıracak hale geliyor. Daha sonra hayali karakterlere bolca oy göndererek iki ismi de listeden çıkarıyorlar. Bu arada şirket, Arslan'ın istifasını istiyor, ancak 2 hafta sonra 3 katı bir maaşla yeni bir işe giriyor.

Bu hikayeye ait resmi yan tarafta görebilirsiniz, diğer listeleri görmek için de
şuraya tıklayabilirsiniz. Benim biraz geç haberim oldu ama bu haberle oldukça eğlendim. Ekşisözlük'te de Murat Arslan'ın kendi ağzından okuyabilirsiniz olanları.



Dipnot: Bu hikayeyi öğrendiğim arkadaşıma teşekkürler...

08 Nisan, 2010

129 - Eskimolar ve Kar Sözcükleri Efsanesi

Perşembe, Nisan 08, 2010 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
Bugün kısa bir bilgim daha var. Yıllarca, Türkçe derslerinde örnek olarak gösterilen belli başlı şeyler vardır. Onlardan biri de Türkçe'nin kelime sayısının İngilizce'den az olması nedeniyle Türkçe'nin zenginliğine toz kondurmamak amaçlı "bizde de akrabalığı, renkleri vs. tanımlayan daha fazla sözcük var" hipotezidir. Bu durumda genelde Eskimolardan örnek verilir ve denir ki, Eskimoların da karı tanımlayan birçok sözcüğü vardır. Tabii bu örnekleme sadece Türklere özgü değil, Eskimoların karı tanımlayan birçok sözcüğe sahip oldukları iddiası tüm dünyada çok tutmuş bir örnek.


Ama maalesef bu bir şehir efsanesiymiş. Eskimoların kar için kullandıkları kelimelerin sayıca bir üstünlüğü yokmuş. Bu Cahillikler Kitabı'nda da bahsedilen bir konuymuş hatta. İnandığımız ve bir durumu güzelce açıklayan şehir efsaneleri çöktüğünde içimizde bir hüzün oluştuğu ve 'yeni' gerçeği kabullenmek istemediğimiz ise ayrıca üzerinde durulmuş bir durum.

128 - Gwyneth İsminin Anlamı

Perşembe, Nisan 08, 2010 Gönderen Berna Arslan , yorum yok


Kısacık bir bilgi:   Çoğumuzun oyuncu Gwyneth Paltrow sayesinde tanıdığı Gwyneth isminin anlamını merak ettim. Kaynağını Galce'den alan ismin beyaz, mutlu, şanslı gibi anlamları varmış.

Film: Ah Güzel İstanbul

Perşembe, Nisan 08, 2010 Gönderen Berna Arslan , , , , , yorum yok
Film Festivali'nde seyrettiğim ikinci film de 1966 yapımı bir Atıf Yılmaz filmi olan Ah Güzel İstanbul oldu. Başrollerde Sadri Alışık ve Ayla Algan vardı. Siyah-beyaz filme ait birkaç sahneyi tv'de görüp filmi merak etmiştim, şansıma festivalde rastlayınca gideyim dedim. 

Film, artist olma umuduyla İstanbul'a gelen genç bir kızın (Ayşe), fotoğraf çektirmek için seyyar fotoğrafçı Haşmet ile tanışmasını ve bundan sonra gelişen olayları konu alıyor. Gerçekçi, güzel, hem güldüren, hem acıklı bir filmdi. 

Alışık, film çekilirken 41 yaşındaymış, zaten o yaşlarda bir adamı canlandırıyor. Kafasından şapkası, ağzından da sigarası eksik olmayan karakter seyirciye hikayesini anlatarak filmi başlatıyor. Aylak adam'ı anımsattı biraz bana. Çok iyi bir oyuncu olduğunu tekrar görmüş olduk.

1981 yapımlı bir Ah Güzel İstanbul daha varmış, Kadir İnanır ve Müjde Ar'ın başrollerini paylaştığı. Başka isim bulamadınız mı diye sormak isterim. Bu film ise Altın Portakal'da ikincilik ödülü almış.

1966 versiyonuna dönersek, izlemediyseniz kaçırmayın derim.


Dipnot: Youtube'da bulunan filmin başlangıç sahnelerinden bazıları silinmişti bizim izlediğimiz kopyada (askerlerle ilgili olanlar ve jenerik)

06 Nisan, 2010

126 - Bayrakların Tadı

Salı, Nisan 06, 2010 Gönderen Berna Arslan , 5 yorum

Konu Julie & Julia filmiyle yemekten açılmışken, keşfettiğim güzel bir projeyi paylaşmak istedim. Ülkelerin bayraklarını, o ülkelere ait yerel lezzetler ile oluşturmuşlar. Nasıl mı? 


Resimde gördüğünüz İtalya bayrağı, İtalya'nın ünlü tatları makarna, domates ve fesleğenden oluşuyor. Sitedeki diğer bayrakları incelerseniz, yine aynı şekilde o ülkeye ait özel tatları bulacaksınız. Maalesef Türk bayrağı sitede yok. Yer alan bayraklar, Sydney Uluslararası Yemek Festivali'ne katılan ülkelere ait. 

Peki sizce Türk bayrağı için hangi malzemeleri kullansak iyi olurdu?

Film: Julie & Julia

Salı, Nisan 06, 2010 Gönderen Berna Arslan , , , , 2 yorum

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali 'nde Julie & Julia adlı filmi izledim bugün. Oldukça sıcak, genel olarak izleyiciyi neşelendiren bir filmdi. Filmde gerçek hayattan alınmış iki paralel hikaye anlatılıyordu. Biri 1949 yılında başlarken, biri günümüzde geçiyor. Başrollerde Meryl Streep ve Amy Adams var. Meryl Streep her zamanki gibi harikaydı, zaten bu rolü ona 16. Oscar adaylığını getirmiş.
Filmin yönetmen ve senaristi ünlü romantik komedilerden tanıdığımız Nora Ephron. Ephron'un daha önce "Mesajınız Var" (You've Got Mail), "Sevginin Bağladıkları" (Sleepless in Seattle) ve "Harry Sally'le Tanışınca" (When Harry met Sally) gibi filmlerde imzası bulunuyor.

Filmin konusu kısaca şöyle:

İlk hikaye, Julia Child adında bir kadının hikayesi. Kendisi Fransız mutfağını Amerikalı ev hanımları için tanıtan önemli bir kişilik olarak tanıtılıyor.
İkinci hikaye ise Julie Powell adında, bir roman yazmaya başlamış ama bitirememiş, hayatından memnun olmayan bir kadının, yemek yapma tutkusu hakkında bir blog yazmaya başlamasını anlatıyor. Her gün Julia Child'ın önerdiği tariflerden birini veya birkaçını deniyor ve düzenli olarak bloguna deneyimlerini yazıyor.

İki kadının hayatında da bazı paralellikler görüyoruz. Mutlu bir evliliğe sahipler. Yapmayı en çok sevdikleri iş hakkında bir kariyer ediniyorlar. Ve belli zorlukları aşıyorlar. Filmin fragmanına
buradan ulaşabilirsiniz.




Üstteki resimde oyuncuların canlandırdığı karakterlerin gerçek hallerini görebilirsiniz.

03 Nisan, 2010

124 - Hakuna Matata

Cumartesi, Nisan 03, 2010 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
Çocukluğumuzun acıklı ve sevilen çizgifilmi Aslan Kral'ı yıllar sonra tekrar izlediğimizde "Hakuna Matata" adlı bir şarkı ile karşılaşmıştık filmde. Küçükken dikkat etmediğim bu söz, meğerse Swahili diline aitmiş. Swahilice ne derseniz, dilbilimde devamlı örnek verilen bir dil olduğunu söyleyebilirim. Hakuna Matata ise "sorun yok" anlamındaymış.

Filmde ise, yavru aslan
Simba'ya üzüntülü geçmişini unutması ve bugünde yaşaması için verilen bir öneriydi  sözkonusu şarkı. Şarkının müziği Elton John tarafından bestelenmiş ve özgün müzik dalında Oscar'a aday olmuş. Kaybetmiş, ama hangi şarkıya dersiniz: Yine aynı filmden olan "Can You Feel the Love Tonight" şarkısına.

Filmin şarkıları çok popüler olmuş. Bir şarkısı daha Oscar'a aday gösterilmiş, o da "
Circle of Life". Hepsini aşağıda dinleyebilirsiniz (grooveshark erişim problemini çözmek için buraya tıklayın)

Son olarak Hakuna Matata!