21 Kasım, 2014

555 - Amerikan televizyonunda Arap ve Müslüman karakterler

Cuma, Kasım 21, 2014 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
11 Eylül sonrası ABD'de artan İslam korkusu, Amerikan televizyonlarındaki dizi ve filmlere terörist Müslüman karakterlerin katılımıyla kendini ifade imkanı buldu. Birçok dizi, klişe Arap ve Müslüman karakterleri barındırırken, bir kısmı da farklılık oluşturma gayreti gösterdi. Bu yazıda Amerikan televizyonlarında son yıllarda dikkati çeken Müslüman karakterlerden bahsedeceğim.

Sayid Jarrah, Lost
Irak kökenli ve Körfez Savaşı'nda yer almış Sayid, şiddet geçmişiyle ve de aşklarıyla tanınan bir karakterdi. Karakteri canlandıran aktör Naveen Andrews ise Hint kökenli.



Arastoo Vaziri, Bones
İnançlı bir bilim adamı ve şair olan Arastoo Vaziri tabuları yıkan karakterlerden bir tanesi olarak görülebilir. Karaktere hayat veren oyuncu ise İran kökenli.



Abed Nadir, Community
Yarı Filistinli yarı Polonyalı bu karakter, komedi dizisi Community'de film meraklısı bir karakteri canlandırıyordu. Karakteri canlandıran aktör ise yarı Hintli, yarı Polonyalı.


Nadia Yassir, 24
Pakistan kökenli ama ABD'de iki yaşından beri yaşayan Yassir karakteri, anti-terör biriminde çalışıyordu. 24 dizisinde birçok Müslüman terörist olduğu da unutulmamalı.



Ahmed Nassar, Sullivan & Son
Bu komedi dizisinde bir kamyon şoförü olarak yer alan Ahmed Nassar karakteri Mısırlı göçmen bir ailenin çocuğu. Karakteri canlandıran Ahmed Ahmed ise daha önce birkaç defa terörist olarak rol aldığından, kötü Arap rolleri için büyük bir pazar olduğunu keşfettim diyerek durumla dalga geçiyor. 


Aklınıza gelen başka karakterler varsa lütfen eklemekten çekinmeyin. Bugüne kadar 24, Lie to me, Homeland, Sleeper Cell, Tyrant ise Arap/Müslüman terörist barındıran dizilerden yalnızca birkaçı.


19 Kasım, 2014

554 - Facebook'ta ne kadar zaman harcadığınızı takip edin

Çarşamba, Kasım 19, 2014 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
Bazen çalışırken dikkat dağılması, bazen de can sıkıntısından insan internette boş zaman geçirebiliyor. Dikkatimi tam toparlayamadığım zamanlarda ya sık sık Facebook'a bakıyorum ya da 9gag gibi sitelerde zaman geçiriyorum. Geçenlerde Facebook'ta ne kadar vakit geçiriyorum görebileceğim bir uygulama var mı diye araştırdım ve birkaç tane buldum, sizinle de paylaşmak istedim.

1. Facebook Runner
En çok beğendiğim uygulama bu oldu. Firefox, Chrome, Opera ve Safari için ayrı versiyonlarını indirebileceğiniz bu uygulama, tarayıcının içine entegre oluyor ve tıkladığınızda toplam internette geçirdiğiniz vakti ve Facebook'ta geçirdiğiniz vakti ayrı ayrı gösteriyor. Ve de Türkçe. Şuradan indirebilirsiniz.

facebook, değerli zamanı harcamak için harika bir yer
2. TimeRabbit
TimeRabbit uygulaması tarayıcıya entegre olmuyor, indirip bir program olarak kurmanız gerekiyor. İlk önce bunu denedim, fakat Chrome ile çalışmadığı için kaldırdım. Facebook Runner'a göre görünülürlüğü düşük ve ne kadar zaman harcadığınızı öğrenmek için sağ taraftaki ikonuna tıklayıp bakmanız gerekiyor. Daha az kullanışlı diyebilirim. Ama (hala kullananlar varsa) internet explorer ile çalışıyor. İndirme adresi burada.

3. Time spend on Facebook
Bu da Chrome'a hatta Facebook'un içine entegre olan, Facebook'un ana sayfasında bir sayaç olarak görünen bir uygulama. İsterseniz şu adresten deneyebilirsiniz.


Tabii bu uygulamalar bilgisayar başında geçirdiğiniz vakti ölçmeye yönelik, yani mobil cihazlarda ne kadar vakit geçirdiğinizi de takip etmeniz gerekebilir.

16 Kasım, 2014

553 - Vücut dilini anlamak: El-yüz ilişkisi

Pazar, Kasım 16, 2014 Gönderen Berna Arslan , yorum yok
Vücut diliyle ifade edilenlerin iletişimin yüzde elli ila yetmişini oluşturduğu düşünülüyor. Peki karşımızdakinin vücut dilini okumak kolay mı? Veya kendi vücut dilimizle ne ifade ettiğimizin farkında mıyız?

Aşağıdaki çizimlere göz atın ve bu kişilerin ne ifade etmek istediklerini düşünün.




İlk çizimdeki kişi, eliyle ağzını kapatarak yalan söylememek üzere kendini engelliyor veya dinlediği kişinin yalan söylediğini düşünüyor olabilir. 

Göğüste kolları kavuşturmanın karşıdan gelecek tehlikelere siper oluşturmak amaçlı bilinçsiz bir dürtü olduğu düşünülüyor. Bu hareket çoğu ortamda nasıl hissettiğimizi açıkça ortaya koyduğundan bazen göğsümüzü tek kolumuzla kapamayı tercih ediyoruz. İkinci çizimdeki kişi bunu temsil ediyor. Bu kişi şu an yabancı olduğu bir ortamda bulunuyor veya kendine güven eksikliği yaşıyor olabilir. 

Son çizimdeki kişi ise duvara yaslanarak adeta buralar benim demek istiyor. Dokunma, yaslanma hareketleri hem nesneler hem de kişiler üzerinde uygulanabilir. Yeni arabasına yaslanarak poz verenleri ve sokakta birbirine sarılarak yürüyen sevgilileri düşünün. Karşıdaki kişinin gözünü korkutmak isteyen biri ise o kişinin ofisinin duvarına yaslanabilir, masasına oturabilir veya izin almadan sandalyesine kurulabilir. 

El-yüz ilişkisi

Genelde konuşurken elle yüze dokunmanın yalan belirtisi olduğu söylenir. Kişi yalan söyledikten sonra ağzına, burnuna veya göz kenarına dokunma hissini duyabilir.

Bunun sebebinin ağızdan çıkan yalanı durdurmak isteği olduğu öneriliyor.


Burna dokunmanın yalan söylemek dışında akla gelen hoş olmayan bir düşüncenin veya söylense sonuçlarından çekinildiği bir lafın ağızdan çıkışını engellemek amacıyla yapıldığı da düşünülüyor. 

Kulağa dokunmak, kişinin dinlediği kişiyi daha fazla duymak istemediğini belirtirken, enseye veya kulağın altına dokunmak, dinlenilen kişinin sözlerinden kuşku duyulduğunu ve bu sözlere pek güvenilmediğini gösterebilir. 

Vücut dilinin diğer unsurlarına gelecek yazılarda değineceğim.

14 Kasım, 2014

Konuk yazardan: "Antandros Antik Yerleşimi ve Arkeolojik Kazıları"

Cuma, Kasım 14, 2014 Gönderen Berna Arslan , , , , , yorum yok
Konuk yazarımız Erol Kuntsal, detaylı ve ilgi çekici hazırlanmış bu yazısıyla Antandros antik yerleşim yerini, tarihini ve güncel arkeolojik kazıları aktarıyor.

Erol Kuntsal'ın kıvılcımını ateşlediği ve sunuşunu yazdığı kitap "Çanakkale'den Bağdat'a Esaretten Kurtuluş Savaşı'na", İş Bankası Yayınları tarafından kısa zaman önce yayımlandı. Yakın zamanda bu konuda daha çok bilgi vermeyi umuyoruz.

Erol Kuntsal'ın diğer yazılarını okumak için buraya, tüm konuk yazarlarımızın yazılarına göz atmak için buraya tıklayabilirsiniz. Konuk yazar olmak için benimle iletişime geçebilirsiniz. 



Kara yolu ile Çanakkale’den İzmir’e giderken, antik dönemdeki adı İda Dağı olan Kaz Dağı’nın güney eteklerinden eşsiz bir manzarayı seyrederek deniz seviyesine inerseniz, Edremit Körfezi’nin kuzey kıyısındaki, Balıkesir iline bağlı Edremit ilçesinin Altınoluk yerleşimine kadar gelirsiniz.
Altınoluk’un 2 km. doğusunda, denize dik inen 215 m. rakımlı Kaletaşı Tepesi’nin zirve ve batı yamaçlarında, antik dönemdeki adı Antandros olan antik bir yerleşim yeri bulunur.
Çanakkale-Edremit karayolu, Antandros Antik Kenti’nin üzerinden geçer.
Bu yazımda sizlere antik Antandros yerleşimini ve kazı sonuçlarını anlatmaya çalışacağım.
Ama önce mümkün olduğu kadar kısa, Antandros’un ve bölgenin tarihini anlatmam lazım.
Edremit Körfezi ve Antandros çok eski ve önemli bir yerleşim yeri olduğu için, bu anlatımı sizi sıkmadan, sabrınızı zorlamadan, satır başları ile yapmaya çalışacağım.
Bu arada; Antandros adını aklınızın bir köşesine yazın, çünkü gelecek yıllarda bu adı daha çok duyacaksınız.




ANTANDROS’UN VE BÖLGENİN KISA TARİHİ

Antik yazarlara göre Troia Savaşı'na kadar uzanan Antandros'un tarihi MÖ 13. yüzyıldan başlayarak, MS 18. yüzyılda yeniden keşfedilişine ve 2000'lerde başlayan ilk bilimsel çalışmalara kadar devam eder.
Antik yazar Vergilius, Aeneas adlı eserinde MÖ 1200′lü yıllarda Akhalar ile Troialılar arasındaki savaş sonrasında yıkılan Troia kentinden kaçan Aeneas ve yanındakilerin, İda Dağı eteklerindeki Antandros’ta donanmalarını kurduklarını yazar. Roma İmparatorluğu’nun kurucusu kabul edilen Romus’un ve Romulus’un dedesi olan Aeneas, “Fırtına Gemisi” (The Tempest) adlı mitolojik gemisi ile Antandros’tan hareket ederek İtalya’nın Castro kentine gider.
Son yıllarda, Roma İmparatorluğunun kurulmasına neden olan mitolojik yolculuğun aynı şartlarda tekrar yapılması için hazırlanan proje Avrupa Birliği tarafından kabul edildi, ancak maddi problemler sebebiyle henüz gerçekleşemedi.  
Antik yazar Herodotos, Pers kralı Xerxes’in MÖ 483 yılında Yunanistan’a yapacağı seferin hazırlıklarını ve ordunun izlediği güzergâhı anlatırken, ordunun Antandros’u geçerek İda eteklerinde konakladığını, gece çok şiddetli bir fırtına olduğunu, yıldırımlar düştüğünü ve önemli bir kayıp verildiğini yazar.
Antik yazar Strabon, Geographika adlı kitabında, antik yazarlardan Alkaios’un Antandros’dan bahsettiğini yazar ve kentin bulunduğu coğrafya hakkında bilgi verir. Kitabın 1620 basımında bölgeye Adramytteion Körfezi deniyor. Şimdiki adı olan Edremit Körfezine ne kadar benziyor, değil mi?
Körfezin kuzeyinde Antandros, yukarısında Truva kralı Priamos’un oğlu Paris’in, Athena, Hera ve Aphrodite arasındaki güzellik yarışması için hakemlik yaptığı söylenen Aleksandreia Dağı bulunuyor.
Körfezin iç kısmında İda Dağı’ndan gelen kerestelerin pazarlandığı Aspaneus ve Atinalılar tarafından kolonize edilmiş, hem bir limanı hem de deniz üssü olan Adramytteion kenti yer alır.
Kafkas halklarından olan savaşçı Kimmerler, daha da savaşçı İskit baskısı sonucu Kafkasya’yı aşarak MÖ 8. yüzyıl sonunda Doğu Anadolu’ya ulaşırlar. Önce Urartularla karşılaşırlar, ardından Asurlularla savaşırlar ve Orta Anadolu’da Kappadokia’yı ele geçirirler, MÖ 696 yılında Phryg Devleti’ne saldırırlar ve Phryg kralı Midas’ın ölümüne neden olurlar, ardından Lydia Devleti’ne saldıran Kimmerler’in bir bölümü kuzeye ilerler ve Antandros’a yerleşirler.
Kimmerlerin Antandros’taki işgaline MÖ 570 de Lydia kralı Alyattes’in oğlu Kroisos son verir.
MÖ 508 yılında Pers kralı Dareios’un komutanlarından Otanes tarafından ele geçirilen kent, tüm Anadolu gibi Pers egemenliğine girer.
Antik kaynaklarda kentin adı Atina ile Sparta arasında MÖ 431 yılında başlayan ve MÖ 404 yılında biten Peloponnesos Savaşları’nda sıkça geçer. Savaşın ilk evresinde Lesbos adasını (bugünkü Midilli adasını) ve buradaki Mytilene kentini ele geçiren Atinalılar, kent halkının bir kısmını sürgüne gönderirler. Sürgün edilenler, yanlarına Peloponnesos’tan paralı askerler alarak Antandros’u ele geçirirler. Bu insanlar Antandros’un, İda Dağı’na yakın olması ve gemi yapımında kullanılacak gereçlerin bol olmasından faydalanarak gemi yapacak, Lesbos’a saldırıp geri aldıktan sonra karşı kıyıdaki diğer kentleri de ele geçireceklerdir. Ancak Antandros’un, Lesboslu sürgünlerin eline geçmesinden kısa süre sonra Atina donanması yanına müttefiklerini de alarak Antandros’u geri alır ve Antandros, Attika-Delos Deniz Birliği’ne girer. Birliğe üye kentlerin ödedikleri vergilerin yılının ve miktarının yazıldığı listelerde, Antandros adına ilk olarak MÖ 425 yılında, ikinci kez MÖ 421 yılında ödediği vergiyle rastlıyoruz. Bu tarihten itibaren kayıtlarda Antandros ismine bir daha rastlanmaz.
Kent, MÖ 410 yılında Perslerin denetimi altına girer. Persler, MÖ 410-408’de Antandros’ta bir garnizon bulundurmaktaydılar.
Antik tarihçi Ksenophon’a göre, Peloponnesos Savaşında, Peloponnesos birlikleri MÖ 410 yılında yenilgiye uğrar ve Pers satrabı, Peloponnesoslular’ın birliklerine ve müttefiklerine, savaşta kaybettikleri gemilerinin yerine yenilerini yapmaları için para verip Antandros’a gönderir. Gemilerin yapımı sırasında Syrakusailılar, Antandros halkı ile işbirliği yapıp yıkılan surlarının onarılmasında yardım ederler, ayrıca nöbet tutmalarındaki gayretleri ile Antandroslular’ın takdirlerini kazanırlar. Syrakusailılar’ın bu davranışları sonucunda Antandroslular, onlara vatandaşlık hakkı tanırlar.
MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender’in Anadolu’yu ele geçirmesiyle beraber, Pers kontrolündeki Antandros, özgürlüğüne kavuşur ve özgür bir kent olarak yeniden sikke basmaya başlar. Zira sikke basmak, kentin özgürlüğünün bir işaretidir.
Antandros, Pergamon Kralı II. Eumenes zamanında Suriye kralı III. Antiokhos ile MÖ 189 yılında yapılan Magnesia Savaşı ve sonrasında MÖ 188 yılında imzalanan anlaşma sonunda Pergamon Krallığı’nın denetimi altına girer.
Roma’nın Anadolu’ya girmesinden sonra tüm Anadolu gibi Roma İmparatorluğu egemenliğine giren Antandros, Hıristiyanlık döneminde bir piskoposluk merkezine dönüşür.
Orta Çağ'daki Arap akınlarından kaçan halkın korunmak amacıyla bugünkü adı Şahin Kale olan surla çevrili, sarp kayalık üzerine taşındığı anlaşılmaktadır.

Yerleşim alanı 16. yüzyılda, bugünkü Altınoluk beldesinin eski köy yerleşiminin bulunduğu alana taşınır ve piskoposluk merkezi olan yerleşim, Papazlık adını alır.

İZLERİ KAYBOLAN ANTANDROS YERLEŞİMİNİN YENİDEN BULUNMASI

Antandros Antik Kentinin yerinin bulunması araştırmaları, 1842 yılında Heinrich Kiepert’in, Avcılar Köyü camisinin duvarında Antandros adının geçtiği yazıtı keşfetmesiyle başlar. Bu yazıta dayanarak yeri yaklaşık olarak tespit eder. 1888 yılında Fabricius ile birlikte geri döner, Antandros adının geçtiği ikinci bir yazıtı ve Antandros sikkelerini görür, önceki saptamasının doğru olduğunu anlar. Antandros olarak saptadığı, bugünkü adı Kaletaşı olan tepeye Fabricius ile birlikte tırmanır ve bir şehir yerleşimini doğrulayacak miktarda mermer ve seramik parçası bulur, yaptığı ölçümde tepenin 215 metre yükseklikte olduğunu belirler.
Kiepert’ten sekiz yıl sonra Judeich, tepe üzerinde incelemeler yapar, şehri aşağı ve yukarı kent olarak ikiye ayırır ve Antandros’u fazla büyük olmayan bir şehir olarak nitelendirir.
Bu arada; Truvayı kazan, hazineyi bulan ve yurt dışına kaçıran Schliemann, 1881 yılında aynı yoldan geçer, Kiepert’in ilk bulduğu yazıtı görür, bir antik kentin varlığını saptar ve köylülerin civarda birçok gümüş Antandros sikkesi bulması dikkatini çeker.  
1911 yılında şehri ziyaret eden Leaf, tepenin batı bölümünün sahipleri tarafından bir mezar açıldığını, bir rahibe için dikilmiş, ama sonra ikinci kez kullanılmış bir heykel altlığının çıkarıldığını saptar. Buna dayanarak, şehrin nekropolisinin (mezarlığının) tepenin batı yamacında, garnizonun tepenin zirvesinde, ticaret merkezi ve limanların tepenin doğusunda olduğuna kanaat getirir.
Cook, 1959 ve 1968 yıllarında yaptığı incelemede tepenin doğu yamacında herhangi bir buluntunun olmadığını, asıl yerleşimin tepenin batı yamacında olması gerektiğini söyler.
Şehrin üzerinde bulunduğu Kaletaşı Tepesi, denize doğru dik bir eğim ile sona erer. Modern asfalt, tepenin eteği kesilerek yapılabilmiştir. Asfaltın yapımından önce ulaşım, deniz ile tepe arasındaki dar, çakıldan oluşan deniz kıyısından gerçekleşiyordu.
Antik yerleşimin bulunduğu Kaletaşı Tepesinin batısında uzanan sahil şeridinin imara açılması ile 1989 yılında başlayan temel kazılarında bazı mezarlara rastlanır ve 1991 yılında Müze Kurtarma Kazıları başlatılır. Bu alanın MÖ 7. yüzyıldan MÖ 2. yüzyıla kadar nekropolis alanı olarak kullanıldığı anlaşılır ve kazılar aralıklarla devam eder, 1995 yılında kazılara son verilir.
2000 yılında Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Gürcan Polat başkanlığında bir ekip yüzey araştırması yapar ve sonucunda Kaletaşı Tepesi’nde sur ile çevrili bir yerleşimin varlığı saptanır. Çam ve zeytin ağaçları ile kaplı tepenin batı yamacında yapılan yüzey araştırmasında elde edilen veriler, bu alanın en azından MÖ 6. yüzyıldan başlayıp Bizans dönemini de içeren uzun bir zaman dilimi boyunca iskân gördüğünü ortaya koyar. Tepenin batısından denize dökülen derenin batısında ve doğu yamaçlarındaki araştırmalarda, yerleşime ait veriler elde edilemez.
2001-2006 yılları arasında Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü ile Balıkesir Müzesi'nin ve Altınoluk Belediyesi’nin ortak çalışmalarıyla süren kazılar, 2007 yılında Prof. Dr. Gürcan Polat başkanlığında devam eden akademik bir kazıya dönüşür.
15 yıldır devam eden, "Yamaç Ev" ve "Nekropolis" dışında çeşitli alanlarda devam eden kazılarda, kentin uzun yüzyıllara uzanan geçmişini daha iyi anlayabileceğimiz pek çok bilgiye ulaşılmakta.

KAZI ALANI VE BULUNTULAR


YAMAÇ EV


Antandros kazılarının en önemli bölümü “Yamaç Ev” olarak adlandırılan Roma villasıdır. 2001 yılında başlanan kazılarda bugüne kadar 19 bölümü ortaya çıkarılan villa, 1100 m2’lik bir alanı kaplamakta. Denize bakan bir yamaç üzerine yerleştirilmiş olması nedeniyle klasik Roma ev tipinden farklı olarak, “sıralı ev tipi” olarak adlandırılan bir mimari üslupla inşa edilmiş. Yan yana dizilmiş altı odası dışında mutfak, teras ve oldukça görkemli bir hamam Yamaç Ev’i oluşturmakta. Evin özellikle taban mozaikleri ve freskleri dikkat çekiyor. Kazılar, villanın MS Geç 3. Yüzyıl’da inşa edildiğini, MS 6-7. Yüzyıl’a kadar bazı tadilatlarla birlikte kullanıldığını ortaya koymakta. Bu tarihte, Batı Anadolu’yu etkisi altına alan Arap akınlarından kaçan halk kenti terk ederek, bugün Şahin Kalesi olarak adlandırılan, oldukça korunaklı doğal bir kale görünümündeki tepeye taşınmış.


NEKROPOLİS (MEZARLIK)

Antandros nekropolisi, yerleşimin yer aldığı Kaletaşı Tepesi’nin yaklaşık 400 m. batısında, deniz ile ona paralel olarak uzanan tepe arasındaki 50–60 metrelik yamaç ve düzlükte yer almakta. Kazılar, nekropolis alanının MÖ erken 7. yüzyıldan Helenistik Dönem sonuna kadar kesintisiz bir şekilde kullanıldığını ortaya koyuyor.
Maalesef bugün bir yazlık sitenin büyük bir bölümünün üzerine oturduğu nekropolis alanında, 2001 yılından beri devam eden sistemli kazılar, nekropolis alanının sınırlarını tespit etmeye yönelik olarak sürüyor. Kazılar önce küçük bir sondaj ile başlamış, yoğun gömü nedeniyle dört bir yana genişletilerek büyük bir açmaya dönüşmüş, bugüne kadar 412 mezar saptanmış. Nekropolis, coğrafi konumu gereği, kuzeyindeki tepeden erozyonla gelen toprak nedeniyle tabakalı bir yapıya sahip ve henüz tam olarak plan elde edilememiş olmasına karşın, MS 4. yüzyılda bu alanın, nekropolis özelliğini yitirerek, yerleşim alanına dönüştüğü anlaşılmakta.
Arkaik döneme ait çocuk mezarlarının aksine, yetişkin mezarlarının hepsinde kremasyon (yakma) uygulandığı görülüyor. Bazı kremasyon mezarlarda topraktaki yanık tabakası ve yüksek ısıdan meydana gelen kırmızılaşma, bireyin gömüldüğü yerde yakıldığını kanıtlamakta. Bir kısmı ise ikincil kremasyon, yani başka yerde yakılarak toplanan kemiklerin bir kap içerisine konulması sonrasında gömülmüşler. Kremasyon mezarlarda genellikle bronz hediyeler ele geçerken, çocuk ve bebek mezarlarında, içlerinde aşık kemiklerinin de bulunduğu (yakın zamana kadar Anadolu’da çocukların oyun aracı olarak kullandığı, koyunun dizinde bulunan çok ilginç bir kemik)  zengin hediyelere rastlanmakta. Bu döneme ait mezarlarda yapılan antropolojik incelemeler, yetişkinlerin yakılarak, 7 yaşından küçük çocukların yakılmadan gömüldüğünü ortaya koyuyor. MÖ 7. yüzyıl ortalarına doğru geleneğin değişmeye başladığı, yetişkinlerin yalnızca kremasyon değil, aynı zamanda inhumasyon (yakmadan gömme) olarak da gömüldükleri gözleniyor.
İlk lahit kullanımı, yetişkin bireylerin yakılarak gömülmediği MÖ 6. yüzyılda görülmeye başlıyor. Bu yüzyıla ait üç pişmiş toprak lahit bulunmuş ve Cook tarafından Albertinum Grubu olarak isimlendirilen lahitlerle büyük benzerlik gösteren bu lahitler, muhtemelen Klazomenai’den ithal edilmiş. Zira Batı Anadolu’daki diğer bir yerleşim yeri olan Klazomenai’de o dönemde lahit imalatı yapılıyor ve erişkin erkeğe ait hediyenin lahit dışına bırakılması, Klazomenai’de yaygın bir uygulama.
MÖ 5. yüzyılda pişmiş toprak lahitlerin yerini, tufa taşından yapılmış, kapaklı taş lahitler alıyor ve bu dönemde yetişkin bireylerde kremasyon uygulaması, yavaş yavaş yerini inhumasyona bırakıyor. MÖ 5. yüzyıla ait lahitlerde çoklu gömüler dikkat çekiyor.
MS 2. yüzyıla ait yalnızca bir mezarda birey doğu-batı yönünde yatırılmış, Bizans Dönemi’ne tarihlenen mezarlardan birinde ise kadın bireyin başı batıya gelecek şekilde batı-doğu yönünde yatırılmış.
Antandros nekropolisi, Batı Anadolu’da bulunan en önemli nekropolis. Kazılar, antik dönem ve sonrasındaki medeniyetler ve gelenekleri konusunda çok zengin bilgilere ulaşmamızı sağlıyor.

DİĞER KAZILAR

Yamaç ev ve Nekroplis dışında; Sur bölgesinde, Roma evi bölgesinde, Yol üstünde, Dere boyunda, Yol altında ve Su altında da kazı çalışmaları devam ediyor.

BULUNTULARIN SERGİLENDİĞİ MÜZELER

Kazılarda bulunan eserler, Balıkesir’deki Kuvayı Milliye Müzesinde ve Bursa Arkeoloji Müzesinde sergilenmekte. Umarım bir gün Altınoluk’ta bir Antandros müzesi açılır ve bulunanlar ait oldukları yerde sergilenir.

SÖZÜN ÖZÜ

Kazılar, okulların tatil olduğu Temmuz ve Ağustos aylarında, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü talebeleri ve öğretim üyelerince yapılıyor.
Eğer bu aylarda bir gün yolunuz bu bölgeye düşerse, kazıları görmek için muhakkak ziyaret edin.
Sizi pırıl pırıl arkeolog adayı öğrenciler, arkeologlar ve öğretim üyeleri karşılayacak, sorularınıza içtenlikle ve doğru cevaplar vereceklerdir. 
Altınoluk’un Temmuz ve Ağustos aylarındaki sıcağında, yerlerde ve toz toprak içinde, iğneyle kuyu kazarcasına kazı yapan bu gençleri gördükçe gurur duyacaksınız.
Yorgunluklarını gidermek için yanınızda biraz meyve veya meşrubat götürürseniz bilin ki çok makbule geçecek.
Belki siz oradayken, gözünüzün önünde bir sikke, bir vazo veya başka bir obje bulacaklardır.
Bu heyecanı ve mutlu koşuşturmayı görün ve “Böyle gençlerimiz de var” diyerek umut tazeleyin.    
Belki öğle tatilinde bir çardağın altında kendi hazırladıkları köfteyi ve salatayı yerken, gazete kâğıdı ile kaplı masalarına sizi de buyur ederler.

07 Kasım, 2014

552 - Göz bebekleri cinsel yönelimi ele veriyor

Cuma, Kasım 07, 2014 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
Göz izleme tekniklerinin gelişmesiyle birlikte psikoloji alanında bu teknikle birçok çalışma uygulanıyor. Son yıllarda göz bebekleri ve cinsellik arasında da bağlantı kurulmaya başlandı. Göz bebeğinin genişlemesinin nedenleri arasında kişinin ilgi duyması veya cinsel olarak uyarılması sayılıyor.



Heteroseksüel ve homoseksüel kadın ve erkeklerle yapılan bir çalışmada katılımcılara kadın, erkek ve manzara videoları gösterildi. Heteroseksüel erkeklerin göz bebeklerinin kadın videolarını izlerken genişlediği gözlemlendi. Benzer şekilde homoseksüel erkeklerin göz bebekleri erkek videolarını, homoseksüel kadınların göz bebekleri ise kadın videolarını izlerken genişledi. Henüz anlaşılmayan bir biçimde ise heteroseksüel kadınların göz bebekleri hem kadın hem de erkek videolarını izlerken genişleme eğilimi gösterdi. 

Göz bebeklerinin genişlemesinin karşı tarafa verdiği mesaj eski zamanlardan beri bilindiğinden, asırlar önce hayat kadınlarının göz bebeklerine genişletici özel bir damla sıktıkları biliniyor. 


Kaynak:
http://www.nydailynews.com/news/national/eye-horny-baby-pupil-dilation-key-indicator-sexual-orientation-new-study-article-1.1130026

Resim kaynak:
http://westsidetoastmasters.com/resources/book_of_body_language/chap8.html
http://www.medscape.com/viewarticle/760760_2

30 Eylül, 2014

Konuk yazardan: "Saray Sineması, Saray Muhallebicisi, Demirören AVM ve İnci Pastanesi"

Çocukluğu Şişli'de, lise dönemi Beyoğlu'nda geçmiş biri olarak bu yazı beni yakından ilgilendirdi. Konuk yazarımız Erol Kuntsal, bu yazısında İstanbul'un son yıllarda uğradığı tarih ve kültür kaybından Beyoğlu ekseninde bahsediyor. Sanıyorum ki, İstiklal Caddesi'nin gitgide açık bir AVM'ye dönüşmesi ve kişiliğini kaybediyor oluşu çoğumuzun dikkatini çekmiştir.

Erol Kuntsal'ın diğer yazılarını okumak için buraya, tüm konuk yazarlarımızın yazılarına göz atmak için buraya tıklayabilirsiniz. Konuk yazar olmak için benimle iletişime geçebilirsiniz. 


İstiklal Caddesi'nde, Taksim ile Galatasaray arasındaki bölümün sağ tarafındaki Ağa Camii olarak bilinen Hüseyin Ağa Camii’ni geçtikten sonra, Emek Sineması'nın bulunduğu Yeşilçam sokağının köşesinde büyük ve eski bir bina vardı. Vardı diyorum, çünkü artık yok.

Bu bina 1875’te mimar Giovanni Battista Barbarini tarafından, Lüksemburg Apartmanı adıyla inşa edilmişti. Sinema bölümü 1913’e kadar Lüksemburg Kafe ve Gomon Kafe olarak kullanılmıştı. Sonra sinemaya dönüştürülmüş, 1933’e kadar Glorya Sineması olarak faaliyet göstermiş, 1933’te Saray Sineması adını almış ve İstanbul’un en şık sinemalarından biri olmuştu. Osmanlı Bankası müdürlerinden Duaux’un sahibi olduğu bina, ölümünden sonra kızı Saint-Seine Markizi’ne geçmişti.

Yabancı filmler gösteren Saray Sineması’nda, konserlere ve tiyatrolara da yer verilmişti. Sanat etkinlikleri içinde önemli bir yere sahipti. Avrupa’nın ünlü yorumcuları ve tiyatro sanatçıları, bale toplulukları, Louis Armstrong’un da aralarında bulunduğu ünlü cazcılar, Münir Nurettin Selçuk, Safiye Ayla, Maurice Chevalier, Josephine Baker ve Tino Rossi gibi dönemin en ünlü yerli ve yabancı ses sanatçıları burada unutulmaz konserler vermişlerdi.



Saray Sineması, benim gittiğim yıllarda eski ve bakımsız bir sinemaydı. Ama vaktiyle çok güzel bir sinema olduğu kolaylıkla anlaşılırdı. Girişteki pasajda, genelde hazır giyim ürünleri satılırdı.


Cephenin hemen sağında Saray Muhallebicisi vardı. Önünden her geçişimde, vitrine özenle yerleştirilen burma kadayıflara bakardım. Kadayıf rulolarını, içindeki büyük ve yeşil fıstıklar özellikle görülecek şekilde keserler ve vitrine doğru çevirirlerdi. Bir gün dayanamayıp içeri girmiş ve bir porsiyon yemiştim. Ama bütün hayallerim yıkılmıştı. Normal kadayıfa göre şerbeti çok daha az ve sert olduğundan zorlukla çiğnemiştim. Vitrinde çok güzel duran şey, yerken o güzelliğini kaybetmişti.

Saray Muhallebicisi’nin hikâyesi 1860’larda Kerem Çavuş’un Fındıklı’da açtığı muhallebici ile başlamış. Torunu Hüseyin Topbaş, Kasımpaşa’da “Bizim Muhallebici” adıyla devam ettirmiş. 1948’de Beyoğlu’na taşınmışlar ve dükkân Saray Sineması’nın yanında olduğu için “Saray Muhallebicisi” adını almışlar. Muhallebi, sahanda yumurta, tavuk, tavuk suyu çorba ve pilavla başlayan menü daha sonra zenginleşmiş.



Hatırlatmakta yarar var, Saray muhallebicisinin sahibi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve ailesi.

Son yıllarda Saray Sineması'nın da bulunduğu binanın mülkiyeti işadamı Erdoğan Demirören’e geçti ve kaderini beklemeye başladı. Önce sinemayı, sonra pasajı ve sonunda caddedeki dükkânları kapattılar. En sona Saray Muhallebicisi kalmıştı. O da, karşı sıradaki büyük bir apartmanı alarak 2007 yılı başında yeni yerine taşınınca, binanın etrafını büyük tahta perdelerle kapattılar, tamamen yıktılar, derin bir temel çukuru kazdılar ve yeni inşaata başladılar.

Bu hafta Beyoğlu’nda dolaşırken, tamamen yıkılan Saray Sineması'nın yerine yapılan Demirören AVM’yi gezdim. Bana göre, İstiklal Caddesi'nin dokusuna pek de uymayan dev bir bina olmuştu.


Saray Muhallebicisi, yeni ve gösterişli binası ile karşıda duruyor, adını ve şöhretini borçlu olduğu yere yapılan dev binayı seyrediyordu.

İstanbul’un kişilikli bir binası daha yok oldu. Restore edilip İstiklal Caddesi’nin dokusuna uygun bir bina olarak yaşatılabilir miydi acaba?

Hemen yanındaki köşede bulunan, ayrı bir yazı konusu olacak kadar ünlü Cercle D’orient binasına baktım. Altındaki sıra dükkânlardan, profiterolü ile ünlü İnci Pastanesi’nin de en sonunda kapandığı bu muhteşem ama bakımsız binanın da bir gün aynı kaderi paylaşmamasını diledim.



Tarihi İnci Pastanesi, 1944 yılından beri hizmet verdiği Cercle D'orient binasından 68 yıl sonra 7 Aralık 2012'de restorasyon gerekçesiyle tahliye edildi. Bazı sivil toplum kuruluşları tahliyeye tepki gösterdi. Şimdi, Beyoğlu Mis sokaktaki yeni yerinde, eski tadını ve dekorunu koruyarak hizmete devam ediyor. Müdavimlerine duyuruyorum.

Resim kaynak:
http://www.mimarizm.com/V_Images/2010/Mimarin_Gobegi/pastaneler/inci%20(10).JPG
http://db2.stb.s-msn.com/i/8E/F4FADB4B9BC76887A5CEEA8F3861.jpg
http://mutlukent.files.wordpress.com/2011/03/img_1446.jpg
http://www.dipsahaf.com/wp-content/plugins/dynpicwatermark/DynPicWaterMark_ImageViewer.php?path=2011/12/Untitled-12.jpg
http://streetmuseumistanbul.com/Contents/117/130258864981549356_beyoglu-saray-sinemasi-film-brosuru-manon50591150.jpg

23 Eylül, 2014

551 - Kuşların şarkıları: Erkekler neden öter?

Salı, Eylül 23, 2014 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz sevimli kuş, Türkçe'de kızılgerdan veya narbülbülü diye biliniyor ve erkeği dişisinin ilgisine mazhar olmak için her sene yeni şarkılar uydurmak zorunda.


Kuşların ötüşlerini, yani şarkılarını araştıran biliminsanları çok ilginç bulgulara ulaşmışlar. Öncelikle narbülbüllerinin yalnızca erkekleri şarkı söylüyor. Dişiler ise erkekleri şarkılarına göre seçiyor, çünkü şarkı söylemek vücuttaki tüm kasların çalışmasını gerektirdiğinden kuşun sağlıklı ve güçlü olduğunu gösteriyor.

İşin ilginç yönü, şarkı söylemenin testesteron hormonuna bağlı oluşu. Erkek narbülbüllerindeki testesteron azaltıldığı zaman kuşlar şarkı söylemekten vazgeçiyor. Daha da enteresan bir bulgu ise testesteron verilen dişilerin birdenbire şarkı söylemeye başlamaları. Bu bulgu, kuşlarda şarkı söylemenin yaratıcı bir süreçten çok, doğuştan var olan otomatik bir sistem olduğunu gösteriyor.



Dişilerin seçiciliği ise oldukça yüksek. Şarkısı ile bir sene çiftleşmeyi başaran erkek, gelecek sene yeni bir şarkı üretmek zorunda, çünkü dişi eski şarkıyı hatırlıyor ve bunun geçmiş seneye ait olduğunu biliyor. Bu yüzden erkek narbülbülü, daha önce söylediği ve duyduğu şarkılardan bir potpuri oluşturmak zorunda kalıyor.

Kuşların şarkıları da insanların aksanları gibi kuşun nereden geldiğine, nerede yaşadığına dair ipuçları içeriyor. Ornitologlar, yani kuş bilimciler, bir kuşu dinleyerek kuşun bölgesi hakkında fikir yürütebiliyorlar.




Resim kaynak:
http://www.learner.org/jnorth/images/graphics/robin/winter_bath_c_haines.jpg
http://www.rspb.org.uk/community/cfs-file.ashx/__key/communityserver-discussions-components-files/901/7776.PICT0099.JPG

04 Eylül, 2014

550 - Eğitim Gönüllüsü Oldum

Perşembe, Eylül 04, 2014 Gönderen Berna Arslan , , , , 3 yorum
Yaz süresince Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın (TEGV) düzenlediği yaz etkinliklerinde gönüllü olarak görev yaptım. İçinde severek yer alabileceğim bir gönüllü kuruluş bulmak için internette arama yaptığımda TEGV'in kendime en yakın kurum olduğunu hissettim ve böylece başvuruda bulundum. 

Siz de TEGV'de gönüllü olarak çalışmak isterseniz öncelikle vakfa internet üzerinden başvuruda bulunuyorsunuz. Bunun için adres şurada (eğer isterseniz bizzat kuruma giderek de başvuruda bulunabilirsiniz). Başvurunuzdan belli bir süre sonra size vakıf tanıtım toplantısına katılabileceğiniz yönünde bir e-posta geliyor. Bu ilk toplantıda vakfın tarihi ve amaçları hakkında bilgi ediniyor ve vakıfta yapılan etkinlikleri daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz. Grupça yapılan çeşitli aktivitelerle de diğer gönüllülerle kaynaşma fırsatı yakalıyorsunuz.

Vakıf tanıtım toplantısından sonra kararınız olumluysa bir sonraki toplantıya katılarak Temel Gönüllü Eğitimi'ni alıyorsunuz. TEGV'in yaz etkinlikleri programı için temel eğitim yeterli. Okul dönemi etkinlikleri için ise hangi etkinlikte yer almak istiyorsanız ona göre bir eğitime daha katılıyorsunuz. 

Çocuklarla birebir yapabileceğiniz etkinliklerin sayısı oldukça fazla ve içerikleri de iyi düşünülmüş ve eğlenceli. Bu adreste bir etkinlik listesi bulabilirsiniz.



Davet e-postasını aldığımda TEGV'e yaptığım ikinci başvuruydu. İlkinde ya zamanlamam pek iyi değildi ya da ikinci seferde sosyal bilimlerde doktora yapıyor olmam etki etti, bilemiyorum.

Yaz boyunca 4. ve 5. sınıf çocuklarıyla çeşitli etkinlikler yürüttüm. Yaz etkinliklerinin belli bir programı var, yani belli bir müfredatı izliyorsunuz da diyebiliriz. Genelde etkinlikler, çocukların güzel zaman geçirirken düşünmesini veya öğrenmesini sağlayan cinsten. Bizim etkinliklerimiz de sanat, çevre bilinci, bilim üzerineydi diyebilirim. 

Çocuklarla vakit geçirmek ve onların anlattıklarını dinlemek, size de iyi gelecektir.

TEGV, gezici ve sabit eğitim noktalarından oluşuyor. Türkiye'nin birçok ilinde bu eğitim noktaları bulunuyor. Başvuru yaparken size yakın bir noktayı seçmeniz mümkün. 

TEGV'in arka planında da gönüllü olarak çalışabiliyorsunuz, yani vakfa kaynak sağlama gibi işlerde de yer almak mümkün.

Son olarak, bağışta bulunmak isterseniz de şu sayfayı inceleyebilirsiniz.

"Bir çocuk değişir, Türkiye değişir."

Resim kaynak: http://images.markapon.com/files/tegv-0-2.jpg

03 Eylül, 2014

549 - Hayvanlar nasıl karar verir? Demokrasi mi krallık mı?

Çarşamba, Eylül 03, 2014 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
Güçlü olan kazanır. Bugün Darwinci düşünceyi aşağı yukarı böyle özetliyoruz. Güç her zaman fiziksel güç anlamına gelmiyor elbette. Çevresine en iyi adapte olan, en iyi kamufle olabilen canlı da en güçlü olarak görülebilir. Ancak Darwin'in bulguları sonraki nesillere aktarılırken bu bulguların bazılarının üstünde daha çok durulduğu, bazılarının ise esgeçildiği yönünde eleştiriler var.



Güçlünün hayatta kalması ve rekabetçilik üzerine daha çok yoğunlaşılırken, sosyal hayvanların hayatta kalmak için mecbur oldukları diğer bir yöntem çoklukla gözden kaçırılıyor: İşbirliği

İşbirliği, fiziksel olarak diğer türlerin yanında fazla bir avantajı olmayan insanoğlunun bu kadar başarılı olmasının sebeplerinden biri olarak görülüyor. İnsanoğlunun gelişiminde çocuklara bakmak için büyükannelerin görev yapması, toplumu oluşturan bireyler arasındaki iş bölümü önemli noktalar olarak görülüyor.

Peki hayvanlar işbirliği yapıyor mu yoksa herkes alfa erkeğin dediğini mi uyguluyor? Yani hayvanlar dünyasında demokrasi mi hüküm sürüyor yoksa krallık mı? 


2005 yılında yayımlanmış bir çalışma*, işbirliğinin ve ortak karar vermenin hayvan dünyasında egemen bir yaklaşım olduğunu gözler önüne seriyor. Karar vermek, insanlar için olduğu gibi hayvanlar içinde hayati bir önem taşıyor. Dinlendikten sonra besin aramak için gidilecek yönü tayin etmek, beslenmeden sonra su içmeye ne zaman gidileceğine karar vermek önemli, çünkü aynı insanlarda olduğu gibi topluluğu oluşturan bireylerin yaşları ve cinsiyetleri farklı ve her bireyin farklı ihtiyaçları bulunuyor.

Ortak karar vermenin, yani demokrasinin, kuşlarda, arılarda, balıklarda ve sürü olarak dolaşan memelilerde (geyik, sığır gibi) görüldüğü düşünülüyor.

*https://crabgrass.riseup.net/assets/36329/consensus-animals.pdf

Resim kaynak: http://images.fineartamerica.com/images-medium-large/survival-of-the-fittest-bob-christopher.jpg, http://images.sciencedaily.com/2014/04/140423132616-large.jpg

02 Eylül, 2014

Konuk yazardan: "Bach'ın 1054 numaralı Piyano Konçertosu"

Salı, Eylül 02, 2014 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Konuk yazarımız Erol Kuntsal, Bunu Bugün Öğrendim'e ikinci kez konuk oluyor. Bu yazıda Bach'ın 1054 sayılı konçertosunun anlamından ve çağrıştırdıklarından bahsediyor. 
Yazarın bir önceki yazısına buradan ulaşabilirsiniz.


Bir düşünür, “Müzik hayal kurmaya yarayan bir mekanizmadır” demiş. 

Bu günlerde, Bach’ın klavsen (bugünkü adı ile piyano) için yazılmış konçertolarından oluşan bir albüm dinliyorum. Albümdeki 1054 sayılı konçertonun ikinci bölümünde, orkestranın çaldığı zarif bir melodiden sonra piyano orkestraya eşlik etmeye başlıyor. Orkestra bazen öne çıkıyor, bazen arka planda kalıyor. Bazen kemanlar ve kontrbaslar öne çıkarak hüzünlü ve duygusal melodiyi tekrarlıyorlar.

Bana ilk dinlediğim andan itibaren hayatı anlatıyor gibi geldi. Orkestranın devamlı olarak melodiye eşlik etmesi, keman ve kontrbasların kalın ve hüzünlü sesleri, hayatın ruhani yönünü ve sonuçta ölümü düşündürdü. Bazen hüzünlü bir melodi çalan, ama insana yaşama sevinci de veren piyano ise, her şeyi unutup yaşamaya devam etmemizi anlatıyordu sanki. Ama o ruhani yapı yine de varlığını koruyor, kendini hep hatırlatıyor ve sonuçta hüzünlü bir şekilde sonuçlanıyordu.

Bach, 1723–1750 yılları arasında Leipzig’de bestelediği bu eseri acaba neler düşünerek yazmıştı? Merak ettim, araştırdım ve buldum. Gerçek, benim düşündüğümden çok farklıydı.

Aydın Büke, “Bach-Yaşamı ve Eserleri” adlı kitabında, Bach’ın klavsen konçertolarının hemen hepsinin, önceki yıllarda başka sazlar için bestelediği konçertoların uyarlamaları olduğunu yazmış. 1054 sayılı klavsen konçertosunun da aslında 1042 sayılı, mi majör keman konçertosunun bir uyarlaması olduğunu, Bach’ın yalnızca son bölümde klavsen tekniğine uygun bazı düzenlemeler yaptığını ve kuru bir aktarımdan kurtardığını belirterek, 1042 sayılı keman konçertosu için şunları yazıyor:

“İlk bölüm allegro (neşeli, hareketli). Orkestrada temanın duyulmasıyla başlar. Tutti (orkestranın hep birlikte çaldığı bölüm) sona erdiğinde, keman başta duyduğumuz ezgiyle girer. İlk üç nota, mi majör akorunun seslerinden oluşmuştur. Motifin işlenmesi, çeşitli partilerde değişikliklere uğraması, Bach’ın çok karakteristik yazı tarzını ortaya koyar. Özellikle bu bölümde tutti ve solo kısımları ustalıkla kaynaştırılmış, kesin sınırlar olabildiğince yumuşatılmıştır. Çok kısa bir kadansın (kısa bir dinlenme) ardından bölüm tekrarlanır.”

“İkinci bölüm andante (yavaş). Bir bas teması ile başlar. Parça boyunca 17 kez duyulan bu motif temel yapıyı oluşturur. Buradaki tema daha yumuşak ve huzurludur. Keman, tıpkı bir ezginin parçasıymış gibi uzun bir notayla başladığı şarkısını yorulmadan sürdürür. Bach, sanki Rimsky-Korsakof’tan yüz altmış yıl önce, kemanın öykü anlatan bir genç kadını canlandırabileceğini bütün müzik dünyasına anlatmak istiyordur. Orkestranın bölümü tıpkı başladığı gibi yalnız bitirmesi, masalımsı havayı pekiştirir.”

“Üçüncü bölüm allegro (hızlı, hareketli). Hızlı bir temayla girer. Keman sözü orkestradan alarak ezgiyi geliştirir. Rondo (kendi içinde tekrarlı) bir yapıdadır. Solo çalgının teknik becerilerini sergileyebilmesine özellikle dikkat edilmiştir.”

Demek ki, ikinci bölümde benim hayat ve ölüm olarak algıladığım şey, aslında genç bir kadının hikâyesiymiş.

Ne benzerlik!
Yukarıdaki videoda ünlü piyanist Timur Sergeyenia, Belçika’daki konserinde üç bölümü de arka arkaya seslendiriyor. İsterseniz izleyerek Timur Sergeyenia ile de tanışmış olun. Belki başka icralarını da dinlersiniz. Konçertonun tamamı 18.18 dakika. İkinci bölüm 7.44-15.05 dakikalar arasında ve 7.61 dakika sürüyor. İsterseniz eserin tamamını veya sadece ikinci bölümü dinleyin, bakalım ikinci bölümde siz neler düşüneceksiniz?

01 Eylül, 2014

548 - Midilli'de bir Tatil

Pazartesi, Eylül 01, 2014 Gönderen Berna Arslan , , , , , , , , , yorum yok
Sevimli sokaklar, güzel yemekler ve Ege Denizi... Kapıda vize seçeneğinin çıkmasıyla birlikte popüler olan Yunan adalarından biri olan Midilli'ye gittik bu yaz. Ayvalık'tan feribotla ulaşabildiğiniz Midilli'ye gitmek için ya Schengen vizenizin olması gerekiyor (60 euro) ya da kapıda vize almanız gerekiyor (50 euro). Ayvalık'tan ise Turyol feribotlarına binerseniz 1.5 saatte, daha hızlı olan katamaran tipi feribotlara binerseniz de 30 dakikada Midilli'desiniz. Limanda indiğiniz an herkes bir an önce adaya gireyim, pasaport kontrolü kuyruğunda beklemeyeyim diye bir koşturuyor ki şaşarsınız. Vizesi olan da olmayan da aynı kuyrukta bekliyor bu arada.



Midilli adını verdiğimiz adanın orijinal ismi Lesvos. Tarihsel olarak ünlü kadın şair Sappho'nun yaşadığı yerLesvos oldukça büyük bir ada ve 12 bölgeden oluşuyor. Midilli -yani Mytilini- ise aslında bu bölgelerden birinin adı. Lesvos'a Türkiye'den çok sayıda turist gidiyor, bunların büyük kısmı ise günübirlikçi. Lesvos'u ziyaret etmiş olan günübirlikçilere danıştığınızda büyük kısmı size gitmeyin bir şey yok diyor. Bunun sebebi onların yalnızca Mytilini bölgesini görmüş olmaları ve tatmin edici bir gün geçirmemiş olmalarıdır. Biz de ilk günümüzü Mytilini'de geçirdik. Limanda gemiden indikten ve otele yerleştikten sonra birçok küçük ve şirin dükkanın yer aldığı alışveriş caddesinde turladık, kuzey tarafında yer alan deniz kenarındaki tavernalardan birinde güzel yemekler yedik ve dönüş yolunda herkesin siestaya çekilip tüm dükkanların kapandığını görünce bir güzel şaşırdık.


Mytilini'de hayat yavaş akıyor. Kimsenin bir yere yetişme veya işleri çabuk yapma gibi bir hevesi yok. Ertesi gün Lesvos'un kuzeyinde yer alan Molyvos bölgesine gideceğimiz için otobüs bileti almak üzere otobüs garına yollandığımızda bilet satıcısının henüz siestasından uyanmadığını fark edip bir süre bekledik. Daha sonra gelen satıcının canı henüz iş yapmak istemediğinden biletleri bir gün önceden veremem yarın sabah gelin dedi. Ertesi sabah ordaydık ve Molyvos'tan Midilli'ye dönüş biletlerimizi de almıştık (önceden satış mümkünmüş). Buradan anladık ki, Mytilini'de hayat yavaş akar ve kimsenin para kazanmak için acelesi yoktur.

Mytilini bölgesindeki sokaklarda bolca graffiti ve sokak sanatı vardı.
Mytilini'deki yemekler hem lezzetli hem de ucuzdu. Tavernalarda çalışanların çoğu biraz Türkçe biliyor, "ızgara or tava" diye soruyor, hatta menülerin Türkçe versiyonları hemen önünüze geliyor. Tabii ki mezeler, deniz ürünleri ve değişik uzolar denenmesi gereken yiyecek ve içecekler arasında. Yunanlılar da her yiyeceğimizi alıyor kendilerine göre bir isim koyup pazarlıyorlar diye kızanlar herhangi bir Yunan adası ziyareti sonrasında boşver adamlar bizden daha lezzetli yapıyor diyecektir. Orada yediğim kadar lezzetli (ve biraz da farklı) bir fava yediğimi hatırlamıyorum örneğin. Deniz ürünleri taze, eğer dondurulmuş ise bu menüde belirtiliyor. Fiyatlar gayet uygun, 3 kişi her şey içinde içkili bir yemek yediğinizde 50 euro'ya sofradan kalkabiliyorsunuz. Izgara ahtapot yemeyeni dövüyorlar.


Mytilini'deki ilk gecemizin ardından biletlerimizi aldıktan sonra 1.5-2 saatlik bir otobüs yolculuğu ile adanın kuzeyindeki Molyvos'a ulaştık. Molyvos çok sevimli ve şirin bir bölge. Daracık yokuşlu sokaklarına birçok küçük dükkan ve ev sıralanmış. Liman kısmında ise akşamları hareketli olan tavernalar yer alıyor. Denize girebiliyorsunuz elbette ama buradaki plajlar pek elverişli değil. Deniz için yakındaki bölge Petra'yı tercih edebilirsiniz. Petra'ya tramvaya benzeyen ufak bir trenle veya taksiyle gidebilirsiniz, yol 10 dakika kadar sürüyor. Petra'da güzel bir sahil ve sahilin gerisinde yemek yiyebileceğiniz restoranlar var. 


Biz Molyvos'ta 'The Schoolmistress with the Golden Eyes' isimli bir otelde kaldık ve çok sevdik. Yeşilliklerin ve cırcır böceklerinin içinde, her odanın küçük bir balkonunun olduğu ve çarşının hemen içinde yer alan sevimli bir oteldi. Sahibine kahvaltıyı sorduğumuz zaman ben hazırlarsam sizden 6 euro alırım kişi başı, dışarı çıkıp 5 euro'ya her şeyi daha güzel yiyebilirsiniz dedi. Dürüst adamlar. Bir daha anladık ki burada para kazanmak için turisti kazıklayalım anlayışı yok. Otelin birçok müşterisi gibi, ertesi gün otelin hemen yanındaki marketten kahvaltılık alıp otelin mutfağını kullandık ve balkonumuzda kahvaltı yaptık.


İsterseniz Molyvos kalesini gezebilirsiniz, biz çıktığımızda saat 3'ü geçtiğinden dolayı giremedik, eh fazla çalışmayı sevmiyorlar demiştik. Molyvos Mytilini'ye göre daha turistik ve biraz daha pahalı. Hatıra olarak sakız likörü veya sakızdan yapılmış ürünler alabilirsiniz. Aynı zamanda çok hoş seramik ürünleri de bulunuyor.

Yunan adalarını kaçırmayın. Rahat rahat tavsiye edebilmemizin bir sebebi de kalabalıklaştıkça Türkiye'de olduğu gibi bozulmayacak olması. Bize ulaşım olarak çok yakın olsalar da Yunanlar coğrafyalarını ve tarihlerini bizden iyi korumayı biliyorlar.

27 Temmuz, 2014

Konuk yazardan: "Klasik Besteciler ve Üretkenlik"

Pazar, Temmuz 27, 2014 Gönderen Berna Arslan , , 1 yorum
Merhaba,

Bir süredir konuk yazarlara yer verememiştik. Bugün sizi Erol Kuntsal tarafından kaleme alınmış klasik besteciler ve üretkenlik hakkındaki ilginç bir yazıyla baş başa bırakıyorum. Ama öncesinde tarihe meraklı yazarın kısa bir özgeçmişi: 


Erol Kuntsal 1947 yılında Çanakkale’de doğmuştur. Babasının subay olması sebebiyle ilk ve orta öğrenimine Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde devam etmiş, İstanbul Pertevniyal Lisesi'ni, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni ve İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü'nü bitirmiştir. Askerlik görevini Hakkâri ve Bursa’da yedek subay olarak yapmıştır.  Askerlik sonrası, özel sektörün önemli kuruluşlarında mali işler ve muhasebe konularında yöneticilik yapmış, daha sonra uzun bir süre kendi şirketinde ticaret ile meşgul olmuştur. 


Çalışma hayatı sırasında ve sonrasında amatör olarak tarih ve çevre ile ilgilenmiş, çeşitli konulardaki araştırmalarına dayanarak bilgilendirici ve uyarıcı yazılar yazmıştır.  Popüler Tarih Dergisi’nin Ocak 2006 tarihli 35. sayısında, Okmeydanı’ndaki Hürriyet Abidesi için, “Hürriyet Abidesi’nin İçler Acısı Durumu” başlıklı uzun bir yazısı yayınlanmış, altı ay sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Şişli Belediyesi tarafından Abide çevresinin bakımı ve çevre düzenlemesi yapılmış, güvenlik tedbirleri alınmıştır.  Yine Popüler Tarih Dergisi’nin Eylül 2006 tarihli 43. Sayısında, son derece ilginç bir Osmanlı bankeri olan Kamondo’nun Halıcıoğlu’ndaki mezarı için, “Banker Kamondo’nun Mezarı” başlıklı yazısı yayınlanmış, 2008 yılında yapılan proje, konu ile ilgili vakıf tarafından 2010 yılında uygulanmış ve restorasyon tamamlanmıştır. 


Son olarak; bugünün Türkçesine çevirerek hazırladığı, çok ilginç bir kişinin 1915-1923 dönemini anlatan askerlik ve esaret anıları, yakında İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkacaktır.





Elimde, yıllar önce bir gazeteden kesip sakladığım, klasik bestecilerin eserlerinin toplam sürelerinin, beste yaptıkları sürelere bölünmesiyle bulunmuş, üretkenlik sıralamasını gösteren bir tablo var. En üretkenden başlayarak 21 besteci sıralanmış. Hayat hikâyesini okuduklarıma ait bilgileri kontrol ettim ve doğru olduğunu anladım. Tabloyu geliştirerek; yaşadıkları süreleri ve ölünceye kadar beste yaptıklarını düşünerek, beste yapmaya başladıkları yaşları da hesapladım. Ortaya aşağıdaki tablo çıktı.

1. Doğum yılı
2. Ölüm yılı
3. Yaşadığı süre (yıl)  
4. Beste yapmaya başladığı yaş  
5. Beste yaptığı süre (yıl)
6. Eserlerinin toplam süresi (saat)  
7. Yılda bestelediği eser süresi (saat)



1
2
3
4
5
6
7
1
Schubert
1797
1828
31
13
18
134
7,4
2
Purcell
1659
1695
36
20
16
116
7,3
3
Mozart
1756
1791
35
6
29
202
7,0
4
Haydn
1732
1809
77
23
54
340
6,3
5
Handel
1685
1759
74
20
54
303
5,6
6
Bach
1685
1750
65
18
47
175
3,7
7
Beethoven
1770
1827
57
22
35
120
3,4
8
Schumann
1810
1856
46
20
26
72
2,8
9
Tchaikovsky
1840
1893
53
23
30
76
2,5
10
Mendelssohn 
1809
1847
38
11
27
57
2,1
11
Dvorak
1841
1904
63
18
45
79
1,8
12
Brahms
1833
1897
64
19
45
71
1,6
13
Liszt
1811
1886
75
24
51
76
1,5
14
Verdi
1813
1901
88
25
63
87
1,4
15
Wagner
1813
1883
70
17
53
61
1,2
16
Bartok
1881
1945
64
19
45
48
1,1
17
Wolf
1860
1903
43
15
28
28
1,0
18
Strauss
1864
1949
85
17
68
67
1,0
19
Chopin
1810
1849
39
13
26
21
0,8
20
Debussy
1862
1918
56
22
34
25
0,7
21
Ravel
1875
1937
62
20
42
19
0,5

Tablo için çeşitli yorumlar yapılabilir. Ama önce belirtmek istediğim bir konu var. Özellikle 16-17. yüzyıl bestecilerinin; savaşlar, yangınlar, yaşadıkları ortam, tabi oldukları sistem ve eser kopyalama imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle, pek çok eserinin kayıp olduğu biliniyor. Örneğin Bach’ın bilinen bin civarında eseri var. Hayatı incelendiğinde, bir o kadar daha bestesi olduğu anlaşılıyor, ama eserler ortada yok. Bu sebeple, eski bestecilerin üretkenlikte çok daha önde olduklarını söylemek mümkün.

Yine örnek olarak Bach’ı alırsak, 65 yıllık ömrünün 47 yılında beste yapmış ve beste yapmaya 18 yaşında başlamış. Bilinen eserlerinin toplam süresi 175 saat. Yani yılda ortalama 3,7 saat süren beste yapmış. (175 / 47 = 3,7). Yukarıda yazdığım sebeple, aslında bunun iki katına yakın olduğu tahmin ediliyor. Bach’ın her bir eserinin ortalama 10,5 dakika olduğunu hesaplamak da mümkün. (175 saat toplam süre x 60 dakika / 1000 eser = 10,5).

Mozart ise, 35 yıllık kısa ömrünün 29 yılında beste yapmış ve sanki çok az yaşayacağını bilerek 6 yaşında beste yapmaya başlamış. Bilinen eserlerinin toplam süresi 202 saat ve Bach’tan daha fazla. Ortalama, yılda 7 saat süren beste yapmış.

Listenin en başında Schubert, en sonunda ise Ravel var. Ravel deyince akla Bolero geliyor. 14 dakika süren bu müthiş eserle adını müzik dünyasına yazdırmış.


Listeye giremeyen Albinoni’yi insanın içine işleyen ve sadece 9 dakika süren Adagio, Vivaldi’yi dört mevsim konçertoları, daha genç Norveçli Grieg’i Peer Gynt süiti ile anmamak mümkün mü?

Sözün özü: Üretkenlik önemli, çok sayıdaki eserin kalitesi ve akılda kalması da önemli. Ama küçük ve çok kaliteli bir şeyler yapıp, onunla akılda kalmak da, demek ki mümkün.