23 Haziran, 2019

Televizyon izlemek çocukların gelişimini nasıl etkiler?

Pazar, Haziran 23, 2019 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Çocuklara ne kadar televizyon izletelim? Bu hem anne babaların kendilerine sorduğu bir soru, hem de araştırmacıların bir çalışma konusu. Artık çocukların etkileşime geçtiği elektronik aletler televizyon ile sınırlı değil, birçok çocuk akıllı telefon ve tablet ile de haşır neşir olarak büyüyor. Peki bu elektronik aletlerin faydaları ve zararları neler? Çocuklara fazla televizyon izletmek neden zararlı olabilir? Televizyon veya tabletten çocuklar gerçekten de yeni bilgi edinebiliyor mu? Bir yazı dizisi içinde bunları cevaplamaya çalışacağız.

Bugünkü konumuz televizyon ve çocukların gelişimi. Amerikan Pediatri Akademisi (APA), 2 yaşından küçük çocuklara televizyon izletilmemesini önermiş ve 2 yaşından büyük çocukların da günde 2 saatten fazla televizyon izlememesi gerektiğini söylemişti. 2016 yılında bu önerilerini güncelleyen kuruluş birkaç yeni düzenleme önermişti. Bu yeni önerilere göre, 18 aydan küçük çocukların Skype gibi uzaktaki tanıdıkları ile görüntülü konuşma dışında televizyon ve tablet gibi aletlere erişimi olmamalıdır. 18 ila 24 aylık çocuklar bazı programlar izleyebilir, fakat bu esnada mutlaka yetişkin biri çocukla birlikte aynı programı izlemeli ve program hakkında açıklayıcı konuşma yapmalıdır. 2 ila 5 yaş arası çocuklar için günlük izleme limiti 1 saattir ve programlar yetişkin biri ile birlikte izlenmelidir. Ayrıca, elektronik aletlerden uzak zamanlar (örneğin yemek zamanı) ve uzak yerler (örneğin yatak odası) planlanmalıdır. 


Ülkemizde ebeveynlerin çocuklarının telefon bağımlılığından şikayet ettiğini, ancak birçok ebeveynin dışarıda yemek yerken veya gezerken çocuğun eline veya önüne telefon ya da tablet koyduğunu görüyoruz. Peki bir şeyler izlemek çocukların gelişimi için gerçekten de zararlı mı? 2015 yılında Infant Behavior and Development (Bebek Davranışı ve Gelişimi) dergisinde yayınlanmış bir çalışma (Lin vd., 2015), küçük çocuklara ne kadar televizyon izletildiği ve televizyon izleme sıklığı ile çocukların gelişimi arasındaki ilişkiyi incelemiş. Tayvan'da yürütülen çalışmada 15 ila 35 aylık çocuklar yer almış. Çocuklar AAP'nin 2011 yılındaki önerilerine göre iki gruba bölünmüşler: 24 aylıktan küçük olanlardan televizyon izleyenle televizyon grubuna, hiç televizyon izlemeyenler de kontrol grubuna dahil olmuştur. 24 aydan büyük çocuklar için ise eğer çocuk günde 2 saatten fazla televizyon izliyorsa televizyon grubuna, daha az izliyor ise de kontrol grubuna girmiştir. Çalışma çocukların dil gelişimini ve bilişsel ve motor gelişimlerini ölçmüştür. Yani çocukların hem iletişimsel hem de hareket etme ve düşünme ile ilgili becerilerini ölçmüştür. Aşağıdaki grafik çalışmanın sonuçlarını göstermektedir:


Bu grafikte dikey eksen ortalama günlük televizyon izleme süresini dakika bazında göstermektedir. Yatay eksende ise sırayla çocukların bilişsel, dilsel ve motor becerilerinin gelişimi görülmektedir. Açık gri renkli sütunlar tipik gelişimi gösterirken, koyu gri renkli sütunlar gecikmeli yani sorunlu gelişimi göstermektedir. Özetle, çalışmanın sonuçları daha çok televizyon izleyen çocukların her 3 alanda da, yani bilişsel, dilsel ve motor kabiliyetleri olarak, yaşıtlarının gerisinde kaldığını göstermektedir. 

Çalışmanın ilginç başka bulguları daha vardır. Annenin eğitim seviyesi yükseldikçe çocuğun televizyon izleme süresi azalmaktadır. Ayrıca çocuklar ebeveynleri dışında birinin, örneğin büyükanne veya bakıcının gözetimindeyken daha çok televizyon izlemektedirler. Benzer çalışmaların ülkemizde yapılması çocukların gelişiminin televizyon-tablet-telefon izleme ile olan ilişkisini anlamak için faydalı olacaktır. Siz çocukların telefon-tablet kullanımı ve televizyon izlemesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Kaynaklar:
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0163638314001192?via%3Dihub
https://www.aap.org/en-us/about-the-aap/aap-press-room/Pages/American-Academy-of-Pediatrics-Announces-New-Recommendations-for-Childrens-Media-Use.aspx

Konuk yazar Erol Kuntsal'dan: Rumeli Feneri

Pazar, Haziran 23, 2019 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
Konuk yazarımız Erol Kuntsal, bu ilginç ayrıntılarla bezeli yazısında bize Rumeli Feneri'ni, tarihini ve mitolojisini tanıtıyor. 

Erol Kuntsal'ın diğer yazılarını okumak için buraya, tüm konuk yazarlarımızın yazılarına göz atmak için buraya tıklayabilirsiniz. Konuk yazar olmak için iletişime geçebilirsiniz. 




Bulundukları yerlerden çevrelerine saçtıkları ışıklarla, engin denizlerde yol alan denizcilere yol gösteren yapılardır deniz fenerleri. 
Genellikle, denizlerin hemen kıyısında ve çoğunlukla yerleşim yerlerinden uzaktadırlar.  
Ulaşılması o zor yerlerde bazen tek başına, bazen ailesi ile birlikte yaşayan, arıza anında müdahale etmek için hazır bekleyen fener bekçileri bulunur. 
Şöyle bir düşünün; gece yarısı zifiri karanlıkta Karadeniz’de yol alan ve İstanbul Boğazı’na ulaşmaya çalışan bir geminin kaptanısınız. Ufukta, Boğazın Rumeli yakasının en ucundan (Ben, Trakya yakası demeyi daha çok seviyorum) size ışığını gönderen ve koordinatlarından Rumeli Feneri olduğunu bildiğiniz fenerin ışığını görünce neler hissedersiniz? 

Biraz daha dikkat ederseniz, boğazın en geniş yeri olan bu bölgede, onun 3,5 km doğusundan ışık gönderen Anadolu Fenerini de görürsünüz. Belki de dünyanın en zor su yollarından biri ve denizcilerin yüzyıllardır korkulu rüyası olan İstanbul Boğazı’na yaklaşmaya başlarsınız. O ışıklara bakarak hesaplarınızı yapar, telsiz görüşmeleri sonucu müsaade aldıktan sonra yavaş yavaş boğazın insanı tedirgin eden sularına girersiniz. Kendinize tam olarak güvenemiyorsanız bir kılavuz kaptan istersiniz. Bu sular tehlikelidir. Kuzey-güney yönünde 2-5 deniz mili hızında bir akıntı vardır. Hava her zaman açık değildir. Bazen fırtınalı, bazen yağmurlu, bazen karlı, bazen sislidir. Yüzeyin 40 metre altında bu defa güney-kuzey yönünde akan bir de ters akıntı vardır. Boğazın derinliği 50-70 metredir, en dar yerine yakın iki noktada 100 metreyi aşar. En dar yeri Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arasıdır ve sadece 700 metredir. 




RUMELİ FENERİ’NİN TARİHİ

Gelin bu çok özel fenerin tarihine kısaca göz atalım. 
Ülkemizde 354 deniz feneri olduğu söylenir. 
Bugün gördüğümüz Rumeli Feneri yaklaşık 160 yaşındadır. 1853-1856 yıllarındaki Kırım Savaşında, Fransız ve İngiliz gemilerinin Boğaz girişini görebilmeleri sorun olur. Zamanın Padişahı Sultan Abdülmecid tarafından 20 Ağustos 1860 tarihinde verilen 90 yıl süreli imtiyaz ile Fransızlar yeni bir fener yapmak için Anadolu Feneri ile birlikte inşaata başlarlar. İmtiyaz, sürenin dolmasına 17 yıl kala, Cumhuriyet Yönetimi tarafından 1933 yılında iptal edilir. Bu arada imtiyaz sahiplerinin ciddi miktarda para kazandıkları biliniyor. 

Kayıtlarda, 1500’lü yıllardan beri var olan fenerin 1583’te onarıldığı yazılı. Yine kayıtlara göre yüksekliği 120 basamak olup, üzerinde etrafı camlarla kaplı 12 pencereli bir oda ve odanın ortasında, etrafında halka şeklinde sıralanmış fitiller bulunan yağ dolu bir kap vardır. Geceleri fitiller yakılarak ışık vermesi sağlanmaktadır. Aşağıda, Cambridge Üniversitesi Trinity Collage Kütüphanesinde bulunan bir albümdeki 1500’lü yıllardaki durumu görülüyor. Bu, fenerin en eski çizimlerinden biridir.  Geniş bir taş kaide üzerinde tuğladan inşa edilmiş çokgen bir gövde vardır. 



Fenerin bulunduğu köyün antik çağlardaki adı Panium Burnu, Bizans dönemindeki adı ise Fanaraki veya Fanariyan Burnudur. Fenerin hemen önündeki kayalıkların Osmanlı dönemindeki adı Kanlı Kayalar’dır. Sonraları Kocataş, Körtaş, Mavi Kayalar ve Kızılkaya da denilmiştir. Bugün bu kayalıklara Öreke adı veriliyor. 




Burunda, tarihi Bizans dönemine kadar giden bir hisar kalıntısı da vardır. Bugün gördüğümüz hisar, Osmanlı hizmetine girmiş bir Rum askeri mühendis tarafından inşa edilmiş bir hisarın kalıntılarıdır. Anadolu Kavağında da benzer bir hisar varmış, ama izi kalmamıştır. 

MİTOLOJİ VE RUMELİ FENERİ

Boğazın girişinde ve Rumeli Feneri’nin hemen önündeki, Antik çağlardan beri bilinen, mitolojide yer alan ve efsanelere konu olan Öreke kayalıklarına, mitolojiye göre altın postu bulmak için Karadeniz’e doğru kürekli gemilerle yola çıkan Argonotlar da uğramışlardır. Söylentiye göre bu kayalıklar, birbirinden ayrılıp birleşen beş büyük kayadan oluşuyormuş. Hareket ettikleri, birbirlerine yaklaşıp uzaklaştıkları, denizcilere tuzaklar kurdukları, aralarından geçen gemileri sıkıştırarak yuttukları söyleniyormuş.

Argonotlar kayalıkları geçmek için yanlarında getirdikleri güvercinleri kayalara yaklaşınca serbest bırakırlar, kuşların hareketi ile çarpışan kayalıklar açılarak tekrar birleşmek üzere iken Argonotlar gemilerini bu kısa süreden yararlanarak geçirirlermiş. Mitolojiye göre bu fikri argonotlara, bugünkü Garipçe’de oturan ve lanetlenmiş Kral olarak anılan Phineas, kendisine yardım ettikleri için vermiş.  
Gerçekte böyle bir şey yok, her şey gel-git hareketinin sebep olduğu bir algıdan ibarettir deniliyor.

Ancak, bu konuda çok başka şeyler söyleyenler de var. 19. yüzyılın önde gelen jeologlarından Rus doğa bilimcisi, coğrafyacısı, gezgini ve asker bir babanın çocuğu olan Prens Piyotr Aleksandroviç Çihaçof (1808-1890); bilim dünyasında Pierre de Tchihatchef olarak tanınmış, 1842-1844 yılları arasında İstanbul'da Rus Büyükelçiliğinde çevirmen olarak çalışmış, Türkçe öğrenmiş, Anadolu, Suriye ve Mısır'ı görmüş, İstanbul ve Boğaziçi adlı çok değerli bir kitap yayınlamış, özellikle 1847-1858 yılları arasında Ana-dolu’da yaptığı araştırma gezilerini 1864 yılında sekiz cilt olarak Fransa’da yayınlamıştır. Petersburg’da başladığı üniversite eğitimini Fransa’da tamamlamış, eserlerini çoğunlukla Fransızca yazmış ve Pierre de Tchihatchef adıyla yayınlamıştır.  

Tchihatchef, tüm antikçağ yazarlarının iki tane ada olduğunu, birinin Avrupa, diğerinin Asya yakasında bulunduğunu yazdıklarını belirtiyor. Strabon’un (burası ünlü coğrafyacının kendi vatanıdır) iki ada arasındaki uzaklığı da yazdığını, bunun boğazın genişliği ile uyumlu olduğunu, bugün Asya tarafındaki adacığın kaybolduğunu, zaman zaman görülebilen bazı kaya parçaları dışında bir iz kalmadığını, Avrupa yakasındaki adanın ikisi büyük oniki kayacık olarak görüldüğünü, bunu sadece denizin etkisi ile açıklamanın güç olduğunu yazıyor. 
İstanbul Boğazı’nın magmatik faaliyet sonucu meydana geldiğini yazıyor ve şunları ekliyor; “Bu nedenle elimizde kalan tek açıklama Asya yakasındaki adacığı taşıyan deniz dibi bölümü alçalırken, Avrupa tarafında zıt yönde bir hareketin oluşması ve deniz tarafındaki kaya parçacıklarının su yüzüne çıkmaları varsayımıdır. Denizaltı yüzeyindeki bu dalgalanmanın çok eski, ama yine de insanın ortaya çıkmasından sonraki bir çağda, Boğaz’ın kuzey yöresinin sahne olduğu büyük bir sarsıntının son ve çok zayıflamış artçı şokundan başka bir şey olmadığı kabul edilebilir; deniz yüzeyinde volkanik kayalıkların belirmesi ve yok olması biçiminde yansıyan bu sarsıntı efsanenin doğmasına yol açmıştır.”  


Pierre de Tchihatchef (1808-1890)

Bizans döneminde kayaların en büyük ve en yüksek olanının tepesine, gemilere yol göstermek için dikilmiş Pompei Sütunu adlı bir sütun vardı. Küçük bir Apollon Tapınağı bulunduğu da söyleniyor. Sütun 1680 Nisan’ında yıkılmış, 1800’e gelindiğinde de tamamen yok olmuştur. Günümüzde bu kayalardan faydalanılarak balıkçı limanı için bir dalgakıran yapılmış ve kayalar karaya bağlanmıştır!

Garipçe köyünün antik çağlardaki adı Gyropolis ya da Akbabalar Köyü idi. Garipçe adının Gyropolis’ten dönüştüğü söyleniyor. 
Diğer bir görüşe göre, köyün adı Karibce’den gelmekte. Karib, Osmanlıcada “yakın, yakında olan” anlamını taşıyor; köyün Rumeli Fenerine “yakınca” olması, bu adı doğurmuştur diyenler de var.  

GEZGİNLERİN ANILARINDA RUMELİ FENERİ

Pierre Gyllius (1490-1555): Rumeli Fenerinden ilk bahsedenlerden Fransız bilim adamı ve çevirmen şöyle yazıyor: “Faros ucunda her gece denizciler için ışık yayan bir feneri taşıyan sekizgen bir kuledir. Bu kule her yönde camlı pencerelerle kaplıdır ve kurşunla birleştirilmişlerdir, bu da bunun Türklerin değil, Hıristiyanların eseri olduğunu gösterir. Paneion Burnu’nun tepesinden her yöne doğru enine boyuna Karadeniz gözükür.”

Ali Macar Reis: II. Selim'in davetine icabet ederek Osmanlı Donanması'nda görev alan, İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı Donanması'nın merkez gemilerinden birinde kaptanlık yapan, 1567 yılında yaptığı en eski Osmanlı deniz haritalarından birinin sahibidir. Haritasında, fenerin yeri işaretlidir. Ceylan derisi üzerine çizdiği yedi adet haritadan oluşan Atlas, Topkapı Müzesi Kütüphanesi Hazine Kitaplığındadır. 

Busbecq (1522-1592): Fransız diplomat şunları yazıyor: “Avrupa yakasında, denizciler için geceleri ışık yanan bir kule vardır. Bu kuleye Faros derler.”

Wenner: 1616’da İstanbul’a gelen gezgin, fenerden şöyle bahsediyor: “Yüksek haşmetli bir kule, üstünde ve çepeçevre duvarlarında yüksek pencereleri büyük camlarla korunmuştur. Ortadaki büyük bir demir levhanın içine fitiller ve yağ konulur ve geceleri tutuşturulur ki gemiciler bunu çok uzaktan görür.”

Evliya Çelebi (1611-1680): En büyük, değerli ve esprili gezginimiz, Seyahatnamesinde “Kaleden taşra yüksek bir kule üzre bir fanus-u azim” yani “Kalenin dışında, yüksek bir kule üzerinde büyük bir fener” bulunduğunu yazıyor. 

II. Rakoçi (1676-1735 Tekirdağ): Macar kurtuluş savaşını yöneten ve Avusturya karşısında başarılı olamayıp önce Fransa’ya, ardından Osmanlı İmparatorluğuna sığınan, almayı ümit ettiği yardımla amacına ulaşmak isteyen Macar Prensi, İstanbul Büyükdere’de ikamet ederken, adamları ile birlikte Rumeli Feneri’ne gitmiş, kayaların üzerinde bir tapınak olduğunu bildiği için, iyi yüzme bilen bir adamına kayaların çevresinde sütun ve tapınak kalıntılarını aratmış, sonuçta parçalanmış bazı kalıntılardan başka bir şey bulamamıştır.  Hayatı, ayrı bir yazı konusu olacak kadar ilgi çekicidir. 

Feldmareşal Helmut Von Moltke (1800-1891): Almanya’da doğan, aristokrat bir aileden gelen, 1836-1839 yılları arasında gezmek için geldiği Türkiye’de uzman ve askeri danışman olarak kalan, 1858-1888 yılları arasında Prusya Devleti Genelkurmay Başkanı olan, alışılagelmiş bir komutandan çok bir bilgine benzeyen Moltke, anılarında bu bölgeyi gezdiğini, kayalıkları incelediğini ve gelgit olayını gözlediğini yazıyor. 

SARI SALTUK TÜRBESİ VE RUMELİ FENERİ

Fenerin içinde bir de türbe var; Sarı Saltuk Türbesi. 
Fener ile türbenin ne alakası var diyebilirsiniz, anlatayım.



Sarı Saltuk; 13. yüzyılın sonunda yaşayan, biraz misyoner, biraz ermiş ve biraz bilgin nitelikleri ile anılan bir Türkmen Şeyhi’dir. Balkanlarda Müslümanlığın yayılması için çalışmış bir misyoner olarak anılı-yor. Tarihçi Hammer, Horasan erenlerinden olduğunu, Ahmet Yesevi Hazretlerinin Halifesi Hacı Bektaş’ı Veli’nin himayesindeki bir din büyüğü olduğunu yazıyor. 

Ölüm tarihi 1297 olarak kabul edilen Sarı Saltuk, inanışa göre Mostar yakınlarındaki Buna nehrinin muhteşem bir dağın altından kaynak şeklinde doğduğu yerin hemen yanındaki Blagay Tekkesinde yaşamış, tekkenin şeyhliğini yapmış ve orada toprağa verilmiştir. Vasiyeti üzerine, öldüğünde kimse gömüldüğü yeri tam olarak bilmesin diye, yedi farklı tabutu, yedi farklı yere gömülmüştür. Bunlardan biri de Rumeli Feneri’nin bulunduğu yerdir. Blagay’daki Sarı Saltuk türbesi, konumu ve olağanüstü doğası nedeniyle, birçok tasavvuf ehli tarafından ziyaret edilen yerlerden biridir. Yolunuz Mostar’a düşerse, bu muhteşem yeri muhakkak görmenizi öneririm. Bu fotoğrafta sadece türbeyi ve dağın içinden çıkan nehri görüyorsunuz. Dağ ve çevre çok daha etkileyici.



Arnavutluk’un Kruja bölgesinde, Romanya’da ve pek çok yerde de Sarı Saltuk türbeleri var. 
Gemiler, o yıllarda boğaz girişindeki türbeye dikilen mumların ve içinde yakılan fenerlerin ışığından yararlanarak yollarını bulmaktadırlar.  
Bugün gördüğümüz fener, yapımı sırasında birkaç kere yıkılınca, Sarı Saltuk’u rahatsız etmemek için, fenerin türbeye dokunmadan üzerine inşa edilmesine karar verilir. Köylüler burada Sarı Saltuk’un makamının olduğunu ama zamanla yıkıldığını, bu nedenle bu zatın kendi üzerindeki kuleyi yükseltmediğini söylerler. Fransızlar da köylülerin gönlünü almak için türbeyi onarırlar ve kuleyi onun üzerine inşa ederler. Cemaat sabah namazından sonra topluca türbeye giderek dua eder ve köyün balıkçıları denize açılırken ziyaret ederler.  

NAZIM HİKMET VE RUMELİ FENERİ

1950 Haziranının bir Pazar sabahında, dayanılmaz baskılar karşısında Nazım Hikmet, kız kardeşi Melda Hanım’ın ilk eşi, tiyatro yazarı ve gazeteci Refik Erduran’ın yardımı ile küçük bir balıkçı teknesinde Bulgaristan’a kaçarken fenerin önünden geçmiş ve fener bu kaçışa sessizce tanıklık etmiştir. 
Gelin burada Nazım’ın o güzel şiirini hatırlayalım;

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani
Öyle gibi de görünüyor
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş ta istemez hani.

RUMELİ FENERİ’NİN YERİ VE ÖZELLİKLERİ

Yazımızı fenerin yeri ve karakteristikleri ile bitirelim. 
Enlem ve boylamı, yani haritadaki yeri şöyle; 41 derece 14 dakika 07 saniye N, 29 derece 06 dakika 45 saniye E.
Işık karakteristikleri şöyle: Fl (2) 12 sec 58 M 18 M. 
Bu da ne böyle derseniz açıklaması şöyle: Fl: Flashing-Çakarlı, (2) 12: Oniki saniyede bir iki defa çakar, 58 M: Denizden 58 metre yüksekte, 18 M: On sekiz mil uzaktan görülebilir.

SONUÇ

Değerli Dostlar, bugün bu fenerin yanında bir balıkçı köyü var. Ilık bir bahar veya yaz günü köy kahvesinde bir Türk kahvesi içerken, Karadeniz’i, Boğaz girişini ve balıkçıları seyredip, yukarıda mümkün olduğu kadar özetlemeye çalıştığım bilgileri hatırlamanızı diliyorum. 
Eğer fener bekçilerinin kapısını çalarsanız, birkaç kişiden oluşan ekiple sohbet edebilirsiniz ve belki size bir de çay ikram ederler. 
Hemen karşıda Anadolu Fenerini de göreceksiniz. Belki bir gün onu da yazarız.


KAYNAKLAR
[1] John Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi-İstanbul, YKY, Aralık 2002, s. 295.
[1] Sedat Bornovalı, Boğaziçi Tarih Atlası, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 200.
[1] John Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi-İstanbul, YKY, Aralık 2002, s. 308.
[1] Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Şubat 2003, s. 291.
5 Pirere de Tchihatchef, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Haziran 2000, s.35.
[1] Jak Deleon, Boğaziçi Gezi Rehberi, Remzi Kitabevi, Haziran 1998, s. 52.
[1] Busbecq, soylu sınıftan gelen babası sayesinde iyi bir eğitim gördü. Rönesans ve hümanist hareket hız kazandığı dönemde üniversite eğitimi aldı. Bir sınır anlaşmazlığını çözmek için Avusturya imparatoru I. Ferdinand’ı temsilen elçi olarak İstanbul’da görevlendirildi. 1555-1560 dönemini, arada ülkesine gidip gelerek İstanbul’da ve Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli yerlerinde geçirdi. Gördüğü ve öğrendiği her şeyi yazdı. 1592’de ülkesine dönerken radikal Katoliklerin saldırısına uğrayarak öldürüldü. Daha fazla bilgi için: Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2011.
[1] Kelemen Mikes, Türkiye Mektupları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2014, s. 38.
[1] Feldmareşal Helmut Von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Remzi Kitabevi, 3. basım 1999, s. 84.
[1] Osman Sönmez, Fenerler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 13.