30 Ağustos, 2013

517 - İskelete Yüz Kazandırmak: Yeniden Yüzlendirme

Cuma, Ağustos 30, 2013 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Şu sıralar arka arkaya dizi izleme moduna geri döndüm ve her gün birkaç bölüm Bones izlerken bir yandan da işlemelerimi yapıyorum. Bones, oldukça sürükleyici bir kriminal dizi. Dizi, ana olarak adli antropolog Temperance Brennan (Emily Deschanel) ve FBI ajanı Seeley Booth (David Boreanaz) etrafında dönüyor. Neredeyse her bölümde bir cinayet, kemiklerde bulunan bilgilere dayanarak çözülüyor. Çoğu zaman da bulunan kafatasına dayanarak yeniden yüzlendirme (facial reconstruction) yapılıyor, yani ölmüş kişinin nasıl bir yüze sahip olduğu bilgisayar programları ile tahmin ediliyor.




Bu oldukça ilginç bir konu elbette! Örneğin, yeniden yüzlendirme ile mumyalanmış Eski Mısır kral ve kraliçelerinin nasıl görünmüş olabileceklerini öğrenebiliyoruz. Ya da adli vaka çözümlerinde ölmüş kişinin yüzü ile birlikte kimliği saptanabiliyor.



Yeniden yüzlendirme birçok alandan faydalanıyor, bunlar arasında sanat, adli tıp, antropoloji, anatomi ve kemikbilim sayılabilir. Ancak yeniden yüzlendirme tartışılan bir yöntem, çünkü sübjektif bir bakış açısı içeriyor. Şu anda bu yöntem kimlik belirlemede kesin bir yöntem olarak kabul edilmiyor, çünkü yeterli güvenlik standardını tutturamıyor. Bunun sebebi de birden fazla kişi aynı iskelet üzerinde yeniden yüzlendirme işlemi uyguladığında, oluşan yüzlerin birbiriyle tam olarak örtüşmemesi.

Yeniden yüzlendirme, iki veya üç boyutlu olarak yapılabiliyor. Genelde bir sanatçı ve adli antropologun ortak çalışması gerekiyor. Bilgisayar programlarından sıkça faydalanılıyor. 

Yeniden yüzlendirme, ilk olarak 1800'lerin sonlarında denenmiş. His isimli biliminsanı tarafından hesaplanan yüz dokularının ortalama kalınlıkları bugün hala laboratuvarlarda referans alınıyormuş. Yeniden yüzlendirmenin adli vakalarda kullanımı ise 1960'larda gerçekleşmiş. Bilgisayarlı ve lazerli taramalar sonucunda oluşan görüntülerden Mısır mumyaların yüzlerinin oluşturulması ise 2004'te yapılmış.
 
Tutankamon'un yüzünün üç farklı grup tarafından oluşturulması

Yeniden yüzlendirme yapılırken ilk başta adli antropolog cinsiyet, yaş ve ırkı belirliyor. Doku kalınlığını saptamak ise bu süreçteki en zorlu aşamalardan biri. Bu kısımda sadece kafatası değil, diğer kalıntılardan gelecek bilgiler de yardımcı olabiliyor. Saç, takı ve gözlük gibi diğer bulgular ise son aşamada yardımcı oluyor. Burnun oluşturulması oldukça zor çünkü altta yatan kemik yapısı sınırlı bilgi veriyor ve birçok farklı biçim mümkün. 

 
Mozart
Kopernik
Aziz Nikolaus, yani Noel Baba. 1087'ye kadar Türkiye'de bulunan kalıntıları İtalya'ya kaçırılmış.
Yeniden yüzlendirme yapılırken karşılaşılan en önemli zorluklardan biri doku kalınlığını belirlemek. Halen çeşitli yaş ve ırk grupları için ve cinsiyete bağlı olarak sahip olunan doku kalınlıkları bilgisi sınırlı. Yöntemsel bir standardizasyon olmaması da sorunlardan biri sayılıyor. 

Kriminal dizilerde genelde iskelet bulunur bulunmaz kimlik belirleme amaçlı yeniden yüzlendirme yapılsa da, gerçek hayatta bu yöntem ilk değil son başvurulanlardan biri oluyor. 

27 Ağustos, 2013

516 - Van Gogh sinestetik miydi?

Salı, Ağustos 27, 2013 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Sinestezi kavramını duymuş olabilirsiniz, örneğin farklı renklere bakarken değişik sesler duyan, kapı çaldığında farklı büyüklükte üçgenler gören, şekillerin tadını alan kişiler sinesteziye sahip, yani sinestetik. Sinestezide bir duyu organından algılananlar başka bir duyu organında da tepkiye yol açıyor; böylece sesler, renkler, tatlar oldukça değişik biçimlerde algılanıyor.
Bunları okuyunca sinestetik bir ressamın ya da müzisyenin zihninden geçenler sizi heyecanlandırıyor olabilir. Ünlü ressam Van Gogh'un da sinestetik olduğu düşünülüyor. Bunun nedenlerinden biri kardeşi Theo'ya yazdığı bir mektupta renk algılarını betimleyiş biçimi. Şöyle yazmış Van Gogh: "Bir süre önce haklı bir şekilde her renkle uğraşan kişinin kendi karakteristik renk paleti olduğunu söylemiştin. Bu siyah ve beyaz için de geçerli -ne de olsa aynı şey, en açıktan en derin koyuya gitmek zorundasın ve bunu sadece birkaç malzemeyle yapmalısın. Bazı sanatçıların çizerken huzursuz bir eli oluyor, bu durum onların tekniklerine kemana benzer bir ses veriyor, örneğin Lemud, Daumier, Lançon- diğerleri ise örneğin Gavarni ve Bodmer, insana çalan bir piyanoyu hatırlatıyor. Sen de böyle hissediyor musun? Millet ise belki görkemli bir orgu."

Bu mektup, Van Gogh'un sinestetik olduğuna dair bir kanıt olarak görülüyor. Tanınmış sinestetik sanatçı Carol Steen ise sinestetiklerin bazı duyu organlarından algıladıklarına karşılık zihinlerinde canlanan imajlara (photism) resimlerinde rastlanabileceğini söylüyor. Steen bunu ilk olarak kendi resimlerinde farketmiş. Steen, Van Gogh'un "Yıldızlı Gece" ve "Buğday Tarlası ve Kargalar" tablolarında bu sabit imajların kolay bir biçimde farkedilebileceğini söylüyor.






Kaynak: http://www.psychologytoday.com/blog/tasting-the-universe/201308/vincent-van-gogh-was-likely-synesthete

26 Ağustos, 2013

22 Ağustos, 2013

514 - İkea Etkisi: Emek Sevmektir

Perşembe, Ağustos 22, 2013 Gönderen Berna Arslan , 2 yorum
Harvard Business School'da yapılan bir araştırma ilginç bulgulara sahip. Çalışmada tüketicilerden birkaç şey isteniyor: 1. İkea ürünlerinin montajını yapmak, 2. Origami yapmak, 3. Lego'dan bir şeyler üretmek. Sonuç olarak, kişilerin kendi ürettikleri şeylere büyük değer verdikleri görülüyor. Katılımcılar, amatör tasarımlarını bile uzmanların yaptıkları tasarımlarla eşdeğer görmeye başlıyor. Araştırmacılar, bu duruma "İkea etkisi" adını veriyor.


Değer vermek için ise ürünün tamamlanmış olması gerekiyor. Örneğin, katılımcılar bir ürünü yarıda bırakırsa veya önce tamamlayıp sonra bozmaları istenirse, İkea etkisi kayboluyor. 

İkea etkisi, 1950'lerde mutfaklarda ortaya çıkmış. Piyasaya sürülen hazır kek karışımlarına, öncelikle ev hanımlarından tepki gelmiş. Bu karışımların yemek pişirmeyi çok basite indirgediğini savunmuşlar. Bunun üzerine firmalar karışımın içeriğini değiştirmiş ve yumurta gibi malzemeler eklemeyi zorunlu hale getirmişler. Bir şekilde emek algısıyla oynamışlar diyebiliriz.

Bu bulgular sonucunda denebilir ki, yeni ev kuranlar kendi montajladıkları eşyaları kullanarak evlerini daha çok sevebilir!

Kaynak: https://docs.google.com/viewer?a=v&pid=gmail&attid=0.1&thid=13f751f685b818f7&mt=application/pdf&url=https://mail.google.com/mail/u/0/?ui%3D2%26ik%3D13bb77281b%26view%3Datt%26th%3D13f751f685b818f7%26attid%3D0.1%26disp%3Dsafe%26realattid%3Df_hibctskp0%26zw&sig=AHIEtbTfW6V5T-ryMH9RtT1ctMhFMPsYhQ

21 Ağustos, 2013

513 - Sylvia Plath'in Çizimleri

Çarşamba, Ağustos 21, 2013 Gönderen Berna Arslan , , 1 yorum
Slyvia Plath'in şiirlerini okumuşluğum yok. Hakkında bildiklerim de oldukça kısıtlı: ABD'li olduğunu, trajik bir yaşamı olduğunu, intihar ettiğini ve hakkında Sylvia isimli bir filmin çekildiğini biliyorum. Plath'in resme yeteneği olduğu ise mürekkep veya karakalem ile çizdiği resimler ortaya çıkınca gün yüzüne çıkmış bir gerçek.

20 yaşlarına kadar sanatçı mı yazar mı olacağına karar veremeyen Plath, görsel sanatlarla her zaman ilgiliymiş. Evliliğinin ilk mutlu yıllarında ve balayında da fazlasıyla çizim yapmış. Oğlu intihar etmiş. Çizimleri ise kızına miras kalmış. Kızı bir tanesi hariç -babasının portresi- tüm çizimleri satmış. Aşağıda Plath'in çizimlerinin bazılarını bulabilirsiniz.











20 Ağustos, 2013

512 - Güzel şehir Dresden

Salı, Ağustos 20, 2013 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
İş sebebiyle gittiğim Leipzig'in Dresden'e yakın olduğunu görünce bu fırsatı kaçırmadım ve trene atlayarak 1 saatte bu güzel şehre vardım. Daha önce Dresden'in adını çok duymuştum. Almanya'nın romantik şehri olarak bahsi geçiyordu, Prag'a yakın olduğu için Prag turlarında turistlerin ziyaret ettiği bir noktaydı. Ben de gitmeden önce görülecek yerlerin bir listesini yaptım ve sabah saatlerinde başladım gezmeye.

Kaldığım otel merkeze yakındı, yürüyerek ilk olarak Frauenkirche'ye, yani Kadınlar Kilisesi'ne ulaştım. 18. yüzyılda kurulmuş olan bu kilise, İkinci Dünya Savaşı'nda oldukça zarar görmüş, ama daha sonra restore edilmiş. Özellikle kilisenin formunu ve dıştan görünüşünü çok değişik ve güzel buldum. 



Frauenkirche
Buradan çıkınca görmek istediğim yer Residenzschloss, yani kralların ve seçilmişlerin yaşamış olduğu saraydı. Özellikle ilgimi çeken ise buranın içinde yer aldığını duyduğum Türk odasıydı (Türckische Cammer). Gezime Türk odası ile başladım. Türkiye dışındaki ülkelerde yer alan en etkileyici koleksiyonlardan birine sahip olan Türk odasında, Osmanlı dönemine ait hançerler, kılıçlar, çadırlar, nesneler görebiliyorsunuz. Burada fotoğraf çekmek yasaktı, ben de büyük çadırın fotoğrafını internette bulduğum şekliyle ekliyorum.  


Osmanlı çadırı, Türk Odası, Residenzschloss
Bu kısımdan çıkıp sarayın diğer kısımlarındaki hazineleri de dolaştım. Dekoratif eşyalar, değerli saatler, takılar ve birçok obje gördüm. Oldukça geniş kapsamlı bir koleksiyondu. Vişne çekirdeğinden yapılmış çeşitli süs objeleri de oldukça ilgi çekiciydi. Bir tanesini altta görebilirsiniz.



Bir dönem dekoratif eşyalarda mercanın moda olmasının garip etkilerini ise aşağıdaki objede gözlemleyebilirsiniz.


Bu sarayı terkedip yemek bulma amaçlı etrafta yürürken karşıma Zwinger çıktı. Zwinger adı verilmiş bu alan, kocaman bir bahçenin çevresinde yer alan bir saraydan oluşuyor. Harika bir görüntüsü var. Günümüzde bu saray, üç farklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Bunlar bazı usta ressamların eserlerini görebileceğiniz Gemaeldegalerie Alte Meister, porselen koleksiyonlarına göz atabileceğiniz Porzellansammlung ve de tarihi saat ve bilimsel aletlerin görülebileceği Mathematisch-Physikalischer Salon. 

Zwinger
İlk olarak resim sergisi ile başladım ve bu sergide Rafael'in ünlü Sistine Madonna'sını ve böylece sevimli ve ünlü meleklerini görme fırsatı buldum. Ünlü tablolar arasında Uyuyan Venüs (Giorgione), Açık Pencerenin Yanında Mektup Okuyan Kız (Vermeer) sayılabilir. Aşağıdaki tablo da sergide hoşuma gitti, ismi Diyojen Dürüst Bir İnsan Arıyor (Jordaens).


Buradan çıkınca porselen sergisinin bir kısmını gezdim, matematik-fizik bölümüne ise girmedim. Dresden'de yapılacakları araştırırken gözüme çarpan ilginç bir dükkan vardı. Burası dünyanın en güzel süt ürünlerini sattığını iddia eden ve oldukça güzel ve eski bir tasarımı olan Pfund's Molkerei adlı dükkandı. Ben de yol çalışması yüzünden tren güzergahları değiştiği için kah bol bol yürüyerek, kah tren yollarında kaybolarak bu dükkana ulaştım. Pek popüler bir bölgede olmasa da elinde kitaplarıyla dükkana gidip gelen turistler sıkça görülüyordu. Dükkanın içi gerçekten de çok güzel, eskiden tüm dükkanlar böyle miydi acaba diye insan düşünüyor. Burada da fotoğraf çekmek yasaktı, o yüzden internet fotoğrafı ile yetiniyoruz.

Pfund's Molkerei
Yalnız bu ünlerini maddi açıdan biraz kötüye kullanıyorlar gibime geldi. Menüdeki yiyecek, içeceklerin ve hediyelik eşyaların fiyatları Almanya ortalamasına göre yüksekti. Yine de buradan vintage resimli metal bir kutuda süt sabunu alarak en azından orijinal bir hediyelik alayım dedim. 

Yürümekten ayaklarıma kara sular indiğinden bir buçuk saatlik otel molası verdim. Belli bir saatte kapanan görülecek yerlerin çoğunu görmüştüm ve bundan sonra açık havadaki yerlere uğrayacaktım. Yurtdışında park ve bahçeler müdürü kesildiğimden elbette Grosser Garten, yani Büyük Bahçe adı verilen yeri kaçırmadım. Yanında Volkswagen'in tamamen camlarla kaplı fabrikasının yer aldığı büyük bahçenin içinde bir de eski şato bulunuyor. Bu bahçede işten çıkmış insanlar paten kayıyor, koşuyor, ya da bisiklete biniyordu. Adı gibi gerçekten kocaman bir bahçeydi, içinde kocaman bir tavşan da gördüm. Bu şehirde yaşayanların böyle bir alana sahip oldukları için şanslı olduklarını düşündüm. Gündüz erken saatte gelinirse bahçeyi gezdiren bir tren de bulunuyor.

Grosser Garten


Buradan çıkışta ise artık Brühl Terasları'nı görmem gerektiğini biliyordum. Aslında Kadınlar Kilisesi'nin yan sokağından yürüyerek devam etsem zaten buraya ulaşacakmışım, ama farkında değilmişim. Yine de akşam saatlerinde gitmek daha iyi oldu sanırım, manzara oldukça güzeldi. Burası oldukça turistik bir yer. Brühl Terasları adı verilen yer bir merdivenle çıktığınız bir köprü gibi. Buradan şehrin ve nehrin manzarasına hakimsiniz - ne de olsa Almanya düz bir ülke! Augustusbrücke adı verilen köprüyü de görüyorsunuz. Bu terasların altında ise birçok turistik lokanta ve kafe yer alıyor. Ufak bir hediyelik eşya dükkanı da burada bulunabilir. Terasta şehrin çizilmiş resimleri satılıyordu. Bunlardan almayı seviyorum, evde duvara yapıştırıyorum. 

Brühl Terasları'ndan manzara

Teraslardan devam edip biraz daha yürüyünce Fürstenzug adı verilmiş, bir duvar üzerine Almanya'nın prenslerinin tarihinin resmedilişini görüyorsunuz. Artık zamanım kalmadığı için göremeyeceğimi sanıyordum, ama yolumun üstüne çıkınca burayı da görmüş oldum. (Elimde iki harita da olsa yön duygum kötü olduğundan birbirine yakın yerleri uzun aralıklarla görebildim) 

Fürstenzug
Yeme-içme konusunda pek bir bilgi veremeyeceğim. Gündüz gezerken basit bir şeyler yemek istedim ama bulamadım, ben de bir müzenin kafesinde yedim mecburen. Akşam ise Brühl Terasları'nın orada bir lokantada yedim. İçi çok güzel ve değişikti (ismi Antik kafeydi sanırım), ama yiyecekleri biraz turistikti. Mesela Apfelstrudel isimli ünlü tatlıyı (en sevdiğim) olması gerektiği gibi değil de, milföyle yapmışlardı. 

Dresden'i çok beğendim ve kesinlikle bir günlük bir şehir olmadığını anladım. Oldukça büyük bir şehir ve en az iki-üç gün gerekli hakkını vermek için diyorum. Nehirde tekne gezisi yapılabilir, dağ trenine binilebilir, opera binası ve şehir müzesi görülebilir. En çok da şehrin tadı daha iyi çıkarılabilir. Mutlaka görünüz, sevgiler!