27 Haziran, 2012

Konuk yazardan: "Meme Kanseri Hakkında Bilinmesi Gerekenler - Bölüm 1"

Çarşamba, Haziran 27, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
Şu sıralar maalesef bloga vakit ayıramıyorum, çünkü tezimle uğraşmaktayım. Oysa kenarda çok ilgi çekici ve araştırılması gereken yazı konuları bulunmakta. Bu sebeple yerimi kısa bir süreliğine konuk yazarlara devrediyorum.

İkinci konuk yazarımız, lise yıllarından arkadaşım olan doktor Şerif Hamitoğlu. Şerif'in tıp ile ilgili bloguna şuradan göz atabilirsiniz. Hatırlarsanız bir süre önce erken teşhis amaçlı mamografi hediye eden bir çekilişten bahsetmiştim. Bunun üzerine Şerif bana ulaştı ve mamografinin her yaşta ve her hastaya yapılmasının uygun olmadığından ve bunun bir çekilişle dağıtılmasının doğru olmadığından bahsetti. Bunun üzerine kendisinden bu konuda hepimizi bilgilendirecek bir yazı yazmasını rica ettim. İlk kısmını aşağıda bulabilirsiniz, iyi okumalar dilerim. Kendisinin tüm yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.


O çok bilinen reklamı devam ettirirsek ve de Urfalı Emine ve Oxford’lu Emily arasındaki yedi benzerliği aramaya devam edersek neler gelir aklımıza? İnternet bağlantı hızının cevabını zaten reklamda bulmuştuk. Emine’nin daha fazla ayrımcılığa uğrayabileceğini de zaten az çok tahmin edebiliyoruz. Peki yazıyı kaleme alan bir doktor olduğundan ve olaya kendi açısından baktığından -ki yazının da başlığından tahmin edebileceğiniz gibi- ikisinin de yakalanma oranının en yüksek olduğu kanser türünün meme kanseri olduğunu söylesem... Ve bu kanser türünün kendileri için ölüm nedenlerinin başında geldiğini parantez içinde belirtsem? (ama durun hemen telaş yapmayın, bu oran yazının ilerleyen kısımlarında da görebileceğiniz gibi giderek gerilemekte)


Biraz iç karartıcı bir açılış olsa da, sanırım ilk başta, incelediğimiz organ nedir bilgi vermek daha doğru -gerçi hepimizin malumu ama bilen var bilmeyen var. Meme, esasında süt salgılamaya yarayan ve yaklaşık 15-20 adet dairesel tarzda dizilmiş loblardan oluşan bir bez. Ve bu kanal sistemini, kendisine şeklini ve büyüklüğünü veren yağ ile örtüp göğüs duvarına çeşitli bağlar ile asarsak meme dediğimiz organı elde etmiş oluyoruz. Ve de çalışmasını hormonlar ile düzenliyoruz.

Evet son cümle size biraz basit gözükmüş olabilir ama ne denir? “Şeytan ayrıntıda gizlidir”. Çünkü meme kanseri de kendi arasında çeşitli alt tiplere ayrılmaktadır. Özellikle ileri yaştaki kadınlarda en çok görülen ve iyi giden tipinde hormon tedavisine cevap alınırken, saldırgan diyebileceğimiz tipte -ki bu tip daha çok menopoz öncesi genç kadınlarda görülmekte- maalesef hormona cevap verecek alıcılar olmadığından hormon tedavisine cevap alınamamaktadır.

Ee anatomisini gördük, az çok da hormonların önemini de anladık, peki sebepleri nedir diyecek olursanız da önümüzde esasında koca bir liste uzanmakta. Gerçi biliyorum zamanınız okumak için kısıtlı, yazacağım mekan da dar, ama yine de elden geldiğince kısaca anlatmaya çalışalım:
Esasında en dikkate değer risk faktörlerinden biri yaş. 25 yaşından önce ailesel nedenleri bir kenara bırakırsak meme kanseri oldukça nadir görülse de artan yaşla beraber 50-55 yaşları arasında en yüksek değerlere ulaşıp bundan sonra eğrimiz bir plato çizmeye başlıyor. 


Bunun yanında özellikle anne/kızkardeş gibi 1. derece akrabalarda meme kanseri gözükmesi, yine başta 1. derecede akrabaların over(yumurtalık) kanseri yaşaması ve ailede 50 yaşından önce meme kanseri hikayesi bulunması riski belirgin derece artırmakta. Tabii meme kanseri sadece kadınlara has bir durum olmadığından ve erkeklerde de görüldüğünden, erkek akrabalarda da meme kanseri öyküsü önemli bir etken. Görüldüğü üzere aile öyküsü önemli bir risk olsa da, ki meme kanserli kadınların %20-%30'unda bu öykü mevcut, yaklaşık %10'unda ise tespit edilebilen genetik mutasyon ve hastalıklar önemli bir risk faktörü. Bunların başında BRCA ½ gen mutasyonları, ayrıca Li Fraumeni, Cowden, Ataksi Telanjiektazi gibi genetik hastalıklar bulunmakta.

Tabii hormonlar dedik, burada da hormonlar karşımıza çıkıyor. En sonda söylemem gerekeni en başta söyleyeyim: Ne kadar çok mens/döngü/adet mevcutsa risk o kadar yüksek. Hiç cocuk doğurmadıysanız, 30 yaşından sonra gebelik yaşamış,13 yaşından önce adet görmüş, yahut menopoza 50 yaşından sonra girmiş, doğum kontrol hapı kullanıyor yahut menopoz sonrası hormon tedavisi alıyorsanız ve de belki şaşırtıcı gelecek ama bebeğiniz var ve anne sütü vermemişseniz çanlar sizin için çalıyor olabilir. Neden? Cevap yine o küçük ayrıntıda, çünkü östrojen diye adlandırdığımız hormona daha çok maruz kaldınız. 


Ayrıca Yeşilaycılar tarafından kötülüklerin anası diye nitelendirilen alkol bağımlılığı, dietilstilbestron kullanımı, yahut genç yaşlarda radyasyona maruziyet, obezite ve hareketsiz yaşam da sizi meme kanserine yaklaştıran nedenlerden.

Tüm bunlara bakınca sanırım Eminemizin içi biraz daha rahat edebilir, ki eldeki veriler de benzer konuşuyor. Son 25 yılda meme kanseri sayısı tüm dünyada artsa da, özellikle batı ülkelerinde değişen üreme yapıları ve beslenme alışkanlıkları ile azalan hareketlilik nedeniyle meme kanseri daha fazla gözükmekte. Karşılaştırma yapmak gerekirse Afrika ülkelerinde oran 100.000 kadına 8 iken, Amerika’da bu oran 100. Amerikan Kanser Cemiyeti tahminlerine göre 2009 yılında dünya çapında meme kanserine yakalanan kadın sayısı 1.4 milyon, bu da 2000 yılına kıyasla bir artışa işaret ediyor. Ama yine de içimiz bir nebze rahat olabilir, çünkü doğuya doğru gidildikçe oran yine düşmeye başlıyor.

21 Haziran, 2012

426 - Kral Arthur ve efsanesi

Perşembe, Haziran 21, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , , 4 yorum
Kral Arthur, hakkında birçok efsane bulunan, 5. ve 6. yüzyılda yaşamış olduğu düşünülen bir İngiliz lider. Arthur'a karşı olan ilgi, 12. yüzyılda Geoffrey of Monmouth tarafından yazılmış olan "Britanya Krallarının Hikayesi" adlı kitap ile ortaya çıkmış. Bu kitapta anlatılan hikayelerin, gerçekleri ne kadar doğru şekilde yansıttığı tartışmalı ve hatta günümüzün tarihçileri, Arthur'un hiç varolmamış olabileceğini de belirtmektedirler.

Arthur'un dönemine ait hikayeler ve bu hikayelerde var olan kahramanlar, metinden metine değişmektedir. Yine de bu tip hikayeleri seven biri olarak hikayenin ilk ortaya atıldığı noktaya döneyim ve Geoffrey'in hikayesine göre Arthur'un efsanesine göz atalım: Arthur, Britanya topraklarını koruyan ve krallığı geniş topraklara yaymış başarılı bir kraldır. Babası Uther Pendragon'un ölümünden sonra 15 yaşında tahta çıkmıştır. İrlanda ve İskoçya topraklarından gelen savaşçıları yenmiş ve 12 yıl süren bir barış sağlamıştır. Bu uzun barış sürecinden sonra Arthur, topraklarını Norveç, Danimarka ve Gaul (bugünkü Fransa, Belçika, Lüksemburg, Kuzey İtalya'nın batısı, Almanya ve Hollanda'nın bazı bölümleri ile İsviçre'nin büyük bir bölümü) ile genişletir. Bu hikayede büyücü Merlin'e, Arthur'un karısı Guinevere'ye, büyücü Morgana'ya ve kılıç Excalibur'a yer verilir. Karakterlerin hikayede sahip oldukları roller ise tarih boyunca değişim göstermiştir.

Hikayenin içine bir aşk efsanesinin katılması ise 12. yüzyılda Fransa'da gerçekleşmiştir. Bu efsanelere göre Arthur'un karısı Guinevere, kralı Lancelot ile aldatmıştır. Guinevere ve Lancelot arasındaki romantik ilişki, bu hikayelerde öne çıkan unsurdur. Geri planda kalan Arthur, daha yaşlı olarak betimlenir. Ayrıca öne çıkan karakterler arasında Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nden Perceval, Galahad ve Gawain ile en ünlü aşk hikayelerinden birinin kahramanları Tristan (ile Isolde) gösterilebilir. Kutsal Kase (Holy Grail) efsanesi de bu hikayenin parçalarından biridir.
Guinevere ve Lancelot
Tüm bu unsurlar katıldığında efsane şu şekli almıştır:
Arthur, Kral Uther Pendragon'un evliliğinden olmayan çocuğudur ve gizli bir biçimde yetiştirilmiştir. Kralın ölümünden sonra kimin tahta çıkacağı ile ilgili sorunlar başlar. Bir kayanın içine saplanmış bir kılıç vardır, ve inanışlara göre bu kılıcı yerinden çıkarabilecek tek kişi kendisine krallık yetkileri verilmiş olan kişidir. Arthur, kılıcı yerinden çıkarır ve Camelot'taki tahtına çıkar.

Arthur'un en büyük düşmanları arasında tahta göz koymuş üvey kızkardeşi Morgan le Fay (Morgana) ve yeğeni Mordred (Modred) bulunur. Arthur ve güçlü bir büyücü olan Morgan le Fay'in anneleri aynı kadındır. Mordred'in Arthur ve Arthur'un kızkardeşi Morgause'un çocuğu olduğu da bazı efsanelerde söylenir.

Arthur'un şövalyeleri arasında Lancelot, yenilmezliğiyle ün salmıştır ve kralın en çok güvendiği savaşçılarından biridir. Lancelot, Gölün Hanımı (The Lady of the Lake) tarafından Arthur'a yollanmıştır. Yine bu efsaneye göre, Gölün Hanımı, Arthur'a Excalibur adı verilen çok güçlü bir kılıç sunmuştur. Bu, genelde gölün içinden bir kadın kolunun tuttuğu bir kılıcın çıkmasıyla betimlenir. (Bu sahneyle ilgili farklı ve yaratıcı bir yorum için Camelot dizisinin şurada bulunan sahnesini izleyin. Bu senaryoya göre Excalibur aslında kılıcı döven ustanın kızının adıdır, Merlin'den kaçarken kılıcı da alarak kayıkla birlikte göle açılmıştır. Kızı durdurmak için Merlin, büyü yaparak gölü dondurur. Kıyıdan derine doğru göl donarken, elinde kılıçla göle düşen Excalibur, kılıçla buzda bir delik açarak kolunu ve kılıcı sudan çıkarmayı başarır. Kılıcı alan Merlin, kızı kurtaramaz ve kılıcı gölün dibinden uzatan Gölün Hanımı hikayesini uydurur.)

Lancelot ile Arthur'un karısı Guinevere arasında büyük bir aşk başlar. Uzun bir süre boyunca bu ilişki Arthur tarafından farkedilmez, ta ki bir kutlamada ikisinin de orda olmadığını farkedene kadar. İlişkileri, Mordred ve Arthur'un bir diğer yeğeni olan Agravaine tarafından ortaya çıkarılır. Lancelot kaçar, Guinevere'ye ise ölüm cezası verilir. Lancelot geri dönerek, Guinevere'yi kurtarır. Bu kavgada şövalyelerden Gawain'in iki kardeşi ölür. Daha önce Lancelot'un en yakın arkadaşlarından biri olan Gawain, bunun üzerine ona karşı cephe alır ve Arthur'u Lancelot'a karşı savaş açması için destekler. Lancelot'a karşı savaşmak için Fransa'ya giden Arthur, karısını Camelot'ta Mordred ile bırakır (bu noktada Guinevere neden hala Camelot'ta tam belli değil anladığım kadarıyla). Mordred'in planı ise Guinevere ile evlenmek ve tahtı ele geçirmektir. Bu planları öğrenen kral, geri döner ve Mordred'i öldürür. Ölmeden önce Mordred, Arthur'u ölümcül biçimde yaralar. İyileşmesi için Avalon adasına götürülen Arthur'un, İngiltere'nin zor zamanlarında oradan geriye döneceğine inanılır.

Bu aşk hikayesi, Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin kardeşliğini bozmuştur ve elbette -erkeklerin tarihi yazmayı sevdikleri gibi- muhteşem bir dönemin sonunu bir kadın getirmiştir (Truvalı Helen, Hürrem Sultan, ve hatta Havva gibi...).

Kaynak: (1) http://www.ramsdale.org/legend.htm (2) http://en.wikipedia.org/wiki/Arthurian_legend

19 Haziran, 2012

425 - Mağara adamları gibi uyuyun

Salı, Haziran 19, 2012 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
İlk insanlar nasıl uyuyordu? Bizim gibi gecenin belli bir zamanında yatıp deliksiz 7-8 saat uyku mu uyuyorlardı? Cevap hayır.

İlk insanların gün boyunca belli bloklar halinde uyuduğu düşünülüyor. Bunun sebebi ise gece boyunca uzun süre kesintisiz uyumanın insanları çevreden gelen tehlikelere maruz bırakabileceği. 

Günümüzde genel kanı, insanın uykusunu ayarlayan ana etkenin 24 saatlik ritim olduğu yönünde. Yani bu ritim, hava kararınca insanların uyuması ve aydınlandığında uyanması gerektiğini belirtiyor. Bazı biliminsanları ise 24 saatlik ritmin yanında "güniçi ritmi"nin de (ultradian ryhthm) önem taşıdığını iddia ediyor. Bu fikre göre insan, gün içinde enerji seviyesinde belli inişler ve çıkışlar yaşar, bu sebeple de gece uykusunu kesintisiz 7-8 saat uyumak yerine gün içinde 3-4 saatlik bloklar halinde uyuması onun için daha sağlıklıdır.

Bu fikri destekleyen bir örnek olarak Ellen MacArthur gösteriliyor. MacArthur, 2002 yılında dünyanın çevresini yelkenle dolaşma rekoruna sahip. 72 gün süren yolculuğu boyunca ise her biri en fazla 35 dakika süren kesintili uykuları olmuş.

Eğer uyku konusunda sorunlar yaşıyorsanız, önerilerden bazıları ise şöyle:
  • Zamanınızın belli bir kısmını dışarıda geçirin, yapamıyorsanız perdeleri açın içeri ışık girsin ki bol bol güneş ışığından faydalanın.
  • Güneş battıktan sonra ışık kaynaklarının kullanımını sınırlayın.
  • Yatak odanızın ısısı yüksek olmasın.
  • Bol bol et, balık, kümes hayvanı eti, sebze, meyve ve ceviz yeyin. Tahıllar, baklagiller, pirinç ve işlenmiş şekerin insanların normalde tüketeceği besinler olmadığı için uzak durulması tavsiye ediliyor (bu kısım biraz tartışmalı olabilir).
  • Meditasyon gibi yöntemlerden faydalanarak stres seviyenizi düşürün.
  • Fazla oturmayın, vücudunuz hareket etsin.
  • Kafeinden uzak durun.

Kaynak: (1) http://www.sleepwarrior.com/the-cavemans-guide-to-quality-sleep (2) http://www.dailymail.co.uk/health/article-1279204/Trouble-sleeping-The-solution-lie-ancestors-lifestyle-taking-rests-like-caveman.html

14 Haziran, 2012

Konuk yazardan: "Analog fotoğrafçılık ölmedi - 1.Bölüm"

Perşembe, Haziran 14, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Konuk yazar "kargakara"nın ikinci yazısıyla karşınızdayız. Bu yazıda analog fotoğrafçılık ile ilgili ilginç bilgiler bulacaksınız.

kargakara'nın tüm yazılarına buradan ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar!


Günümüzün dijital fotoğraf makinesi teknolojisi, amatör kullanıcılar için filmli (analog) makinelerin ömrünü bitirmiş gibi görünüyor. Gerçekten de herhangi bir teknoloji alışveriş mağazasına gittiğinizde analog fotoğraf makinesi bulamazsınız.

Aslında analog makineler bitmiş değil, fakat kullanım alanları daha çok profesyonel amaçlı. Kullanımlarının halen daha devam etmesi ise dijital teknolojinin, henüz büyük format film kullanan makinelerin fotoğraf çekim kalitesine ulaşamaması.

Aşağıdaki resimde fotoğrafçılıkta kullanılan film formatlarını görebilirsiniz.

Kullanılan filmin değişmesi, aynı zamanda fotoğraf karesine daha çok detayın gireceği anlamına gelmektedir. Bu sebeple manzara panorama ve mimari fotoğraf çekimlerinde orta ve büyük format film kullanmak daha avantajlıdır (ayrıca kare formatlar, dergi formatına da daha uygundur). Üstelik resim baskıları da kullandığınız filmin büyüklüğü ile orantılı olarak daha kaliteli olacaktır. Çünkü daha büyük formatlarda çok daha az büyütme yaparak detayların bozulmamasını sağlamış olursunuz. Aşağıdaki resimde fotoğraf karesine giren detayların kullanılan filme göre nasıl değişeceği görülmektedir.

Şu bağlantıda Nikon D100 6mp digital SLR ile büyük format film kullanan Tachihara 4x5” field kameranın karşılaştırmasını inceleyebilirsiniz. Bağlantıda da görüldüğü gibi büyük format bir makineden alacağınız kalite çok daha iyi oluyor. 

O zaman neden en iyi kalite için en büyük formatı kullanmayalım? Burada karşımıza çıkan en büyük problem taşınabilirlik oluyor. Yukarıdaki bağlantıda karşılaştırmaya konu olan Tachihara’nın boyutlarını aşağıdaki resimden az çok çıkarabilirsiniz.

Nikon D100 ise aşağıdaki resimde görüldüğü üzere daha kompakt bir makine.

Zaten 35mm film formatı da analog makinelerin taşınabilirliğini artırmak için görece daha sonra ortaya çıkmış bir formatmış. Film karesi dememizin sebebi de eski formatların kare veya kareye yakın ölçülerde olmasındanmış!

Peki hiç mi büyük format film boyutlarına erişebilmiş ve büyük formatta yakalanacak detay kadar detay verebilen bir görüntü sensörü (image sensor) yok? Aslında şu anki sensörler henüz orta formatı yeni yakaladılar sayılır. Orta format 6*6 cm'lik ya da 6*4.5 cm'lik filmlere verilen addır. Bu formatın bir diğer ismi ise 120 mm film formatıdır. Orta formatın 6*8, 6*9 cm formatları gibi değişik versiyonları da bulunmaktadır. 

Bu sensörleri kullanan sistemler ise tek başlarına bir fotoğraf makinesi sayılmazlar. Daha çok "digital back" adı altında standart bir orta format makinenin arkasına yerleştirilerek kullanılıyorlar. Çok nadir olarak da kombine olarak satılıyorlar. Böyle bir makineye sahip olmanın bedeli ise oldukça yüksek.

Aşağıdaki model Hasselblad markasının ürettiği "digital back"li bir sistem ve fiyatı vergi hariç tam tamına 32 bin euro! Oysa ki bu markanın orta format filmli makineleri çok daha hesaplı.

Görüldüğü gibi yazımın birinci bölümünde, analog fotoğrafçılığın profesyonel amaçlar için henüz ölmediğini, hatta çok pahalı dijital alternatiflerinin bile sensör boyutları ile analog fotoğrafların kalitesini yakalayamamış olduğunu gördük. Yazımın ikinci bölümünde ise analog fotoğrafçılığın biz amatörler (bas çekçiler) için nasıl yaşadığını anlatacağım.  

424 - Matematikte x harfi neden bilinmeyeni temsil eder?

Perşembe, Haziran 14, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , 2 yorum
Bunun sebebi Arap dünyasının matematiğe olan katkısında yatıyor. Bilindiği üzere Ortaçağ'da İslam medeniyetleri çeşitli bilim dallarında ilerleme göstermiş ve matematiğe büyük katkıda bulunmuşlardır. Örneğin bu sebeple İngilizce'de cebir anlamına gelen "algebra" kelimesi, Arapça'daki "birbirinden ayrı parçaların birleştirilmesi sistemi" anlamına gelen "al-jebr" kelimesinden alınmıştır. 

Sevgili Matematik,
Senin "x"ini bulmaya çalışmaktan bıktım usandım.
Artık onun gittiğini kabul et.
Hayatına devam et dostum.

11. ve 12. yüzyıllarda Arapların matematiğe yaptıkları katkılar daha sonraki yıllarda Avrupa'da yankı uyandırmış ve bu bilgiler Avrupa dillerine çevrilmeye başlanmıştır. Çeviri sırasında bazı Arapça sesler, Avrupa dillerinde tam karşılığını bulamamıştır. Aşağıda "şey" anlamına gelen Arapça sözcüğün yazılışı bulunuyor, bu kelime "ş" sesi ile başlıyor:

Aşağıdaki diğer resim ise bu kelimenin belirli hale getirilmesini, yani başına "el" ekinin eklenmesini (İngilizce'de "the" kelimesinin eklenmesi gibi) gösteriyor:

Son olarak da Arapça kaynaklardan alınmış bir metin görüyoruz. Bu metinde matematikte köklerin bulunması anlatılıyor. Görüleceği üzere "şey" kelimesi bilinmeyen değişken anlamında sıkça kullanılıyor:

Bu adresteki videoda iddia edilene göre, İspanyolca'da Arapça'daki "ş" sesine karşılık gelen bir ses bulunmuyor, bu sebeple de Yunanca'daki "chi" harfi ödünç alınıyor. Bu harfin yazılışı ise şöyle:

Yani "x" böylece bilinmeyen değişken yerine kullanılmaya başlanıyor. Bu videoya yapılan yorumların birkaçında ise Eski İspanyolca'da "ş" sesinin bulunduğu ve bu sese "x" harfinin karşılık geldiğini; bu yüzden de bu harfin Avrupa matematiğinde bilinmeyeni temsil etmeye başladığını öne sürüyor.

09 Haziran, 2012

423 - Fazla oturmak sağlığa zararlı

Cumartesi, Haziran 09, 2012 Gönderen Berna Arslan 2 yorum
Ofiste oturarak çalışanlar, evden çalışanlar, emekliler, ev hanımları sözüm size. Hareketsizliğin sağlık için kötü olduğunu hepimiz biliyoruz. Yeni öğrendiğimiz ise şu: Uzun süre oturanlar, daha kısa süre oturanlara göre daha az yaşıyorlar!

Avustralyalı araştırmacılar TV veya bilgisayar başında uzun süre oturmanın kalp sorunlarını arttırdığını düşünüyor. 8800 yetişkin ile yürütülen araştırmada, katılımcılar altı yıl boyunca takip edilmiş. Günde 4 saatten fazla televizyon izleyen kişilerin diğer kişilere göre kalp-damar hastalıklarına yakalanma oranları daha yüksek. Aynı zamanda bu kişilerin herhangi bir nedenden ölme oranları da diğer gruba göre yüzde 46 daha yüksek.

İlginç bir bulgu ise sadece egzersiz yapmanın da yetmiyor oluşu. Yani düzenli şekilde egzersiz yapan insanların bile uzun süreli olarak oturmaması gerekiyor. Modern yaşam ve teknolojik gelişmeler hareket alanlarımızı azaltıyor. Eski zamanlarda ayakta olmamızı ve kaslarımızı çalıştırmamızı gerektiren aktivitelerin çoğu yerini oturduğumuz ve az hareket ettiğimiz aktivitelere bıraktı. Boş zaman aktiviteleri de genelde oturmamızı gerektiriyor: Kitap okumak, sinemaya gitmek, tv izlemek gibi.

Fazla oturmak sadece fazla kilolu veya obez insanları da ilgilendirmiyor. Sağlıklı kiloda olan kişileri de kalp-damar rahatsızlıkları açısından tehdit ediyor. Hareketsizliğin kanser olasılığını da artırabildiği düşünülüyor.
Kısaca diyebiliriz ki, insan vücudunun asıl amacı hareket etmek. Buna göre evrimleşmiş olan vücudumuz, teknolojik gelişmeler ve iş yaşamı şartları dolayısıyla fazlasıyla hareketsiz.


Bu yüzden: 
  • Uzun süreler boyunca oturmamaya çalışın. 
  • Mesela telefonla konuşurken veya masanızdaki dosyaları organize ediyorsanız bunları ayakta yapın. 
  • İmkanınız varsa öğle yemeği aralarınızda biraz yürüyüş veya kısa bir koşu yapın. 
  • İş yerinizde size daha uzak olan bir tuvaleti kullanın. 
  • Toplu taşıma kullanıyorsanız yolun yarısı boyunca ayakta kalın (metrobüsün de iyi bir tarafı varmış yani). 
  • Kahve-çay molalarınızı hareket etmek için kullanın. 
  • Televizyon izlerken evin bazı işlerini yapabilirsiniz: çiçekleri sulamak, toz almak, çamaşırları katlamak gibi. 
  • Yine tv karşısında bazı esneme hareketleri veya hafif sportif hareketler yapabilirsiniz.
Kaynak: http://www.50plus.com/health/too-much-sitting-can-be-deadly/1782/2/, http://crave.cnet.co.uk/gadgets/sitting-all-day-at-a-computer-could-take-years-off-your-life-50007726/, http://health.msn.com/health-topics/breast-cancer/too-much-sitting-raises-odds-for-cancer-study

08 Haziran, 2012

422 - Neden Yalan Söyleriz?

Cuma, Haziran 08, 2012 Gönderen Berna Arslan , , 3 yorum
"Everybody lies" - House

Ne kadar yalancısınız? Ne zamanlarda yalan söylersiniz? 
Herkes az ya da çok yalan söyler. Massachusetts Üniversitesi Psikoloji profesörü Robert Feldman, yalan söylemenin kendine güven ile ilgili olduğunu söylüyor. Kendimize olan güvenimizin tehdit altında olduğunu hissettiğimiz an daha karmaşık yalanlar kurmaya başlıyoruz.

Tüm yalanlar zararlı değil elbette. Bazen mahremiyetimizi korumak veya başkalarına zarar gelmesini engellemek için de yalan söyleriz. Bir de kibarlık adına söylediğimiz yalanlar var. "-Saçım nasıl olmuş?", "-Çok güzel" gibi. Araştırmacıların ise dikkat çektiği ilginç bir nokta var: Birçok hayvan birbirini aldatmak üzere davranışlarda bulunuyor, ama yalnızca insanlar hem kendilerini hem de başkalarını kandırma özelliğine sahip. İnsanlar, başkalarının kendileri hakkında ne düşündüklerine o kadar kafayı takıyor ki, gerçekle kendi zihinlerinde yarattıklarını ayırt etmekte güçlük çekiyorlar.

Örneğin Feldman'ın yaptığı deneylerden birinde iki yabancı bir odaya konuluyor ve sohbet ederken kameraya çekiliyor. Daha sonra bu video, katılımcılara ayrı ayrı izletiliyor ve "tam olarak doğruyu" söylemedikleri anları tespit etmeleri isteniyor. İlk başta tüm katılımcılar tüm söylediklerinin tamamıyla doğru olduğunu iddia ediyor. Videoyu izlediklerinde ise sevmedikleri bir kişiyi seviyormuş gibi davrandıkları veya daha da ileri giderek bir müzik grubunun solisti olduklarını iddia ettikleri görülüyor.

Feldman ise insanların yalan söylemelerini reflekse benzetiyor. Yalan söylemenin günümüz toplumunda normal iletişimin bir parçası olarak algılandığını belirtiyor. Kadın-erkek farkına bakarsak ise şunları görüyoruz: Erkekler genelde kendilerini daha iyi göstermek için yalan söylemeyi tercih ederken, kadınlar genellikle karşısındakinin iyi hissetmesi için yalan söylüyor. Ayrıca dışadönük insanların içedönük insanlara göre daha çok yalan söylediği gözlenmiş.

Bu konuyla ilgili okurken gözüme hoş bir anı çarptı. Anahtarlarını unutan ve evin kapısında kalan Peter, çilingir çağırıyor. Çilingirin çok kısa bir sürede kilidi açtığını gören adam şaşırıyor. Çilingir ise şunları söylüyor: "Kilitler sadece dürüst insanların dürüst kalmalarını sağlamak için vardır. İnsanların yüzde 1'i tamamıyla dürüsttür ve asla hırsızlık yapmaz. Diğer yüzde 1'i ise bulduğu her fırsatta sizden faydalanır. Zaten kilitler bu kişileri durdurmaya yetmez. Kilitler geriye kalan, "çoğu zaman dürüst" olan ve evinizde kilit olmasa içeriye girmeye meyledebilecek yüzde 98 için yapılmıştır."
Neden yalan söylediğimize dair ise önerilen birkaç ana madde var:
  • Zarar görmekten korkma: Kendimizi korumak, fiziksel veya zihinsel zarardan kaçınmak için
  • Tartışmadan kaçmak için
  • Ceza almaktan korkma: Büyürken "kavgayı kim başlattı", "sınavdan kaç aldın" gibi sorulara verilecek cevapların getirebileceklerinden kaçınmak amacıyla
  • Kabul görmemekten korkma: Daha popüler olmak için kişinin bazı yönleri hakkında yalan söylemesi
  • Kaybetme korkusu: Bizim için değerli olan maddeleri veya fırsatları kaybetmemek adına
  • Yardımsever sebeplerle: Arkadaşlarımızı ve sevdiklerimizi korumak ve onları iyi hissettirmek için
Yalan söylemek konusunda kadın erkek farkları ile ilgili Cem Yılmaz'ın güzel bir gösterisi vardı, şuradan izleyebilirsiniz.

Son olarak, yalan söylemeye mecbur kaldığınızda George Costanza'nın bilge sözlerine kulak verin: "It's not a lie if you believe it*".


*Eğer inanırsan yalan değildir
Kaynak:  
  • (1) http://www.livescience.com/772-lie.html, 
  • (2) http://www.philforhumanity.com/6_Reasons_Why_We_Lie.html, 
  • (3) http://danariely.com/2012/05/26/why-we-lie-from-wsj/