30 Mart, 2012

392 - Napolyon'u satrançta yenen "Türk"le tanışın

"The Turk", yani Türk adı verilen, 18. yüzyılda satranç oynayarak izleyicilerini şaşırtan makineyi hiç duydunuz mu? "Türk", 1770 yılından 1854'teki imhasına kadar birçok oyuncuya karşı satranç oynadı ve çoğu maçında kazandı. Napolyon'a karşı bile. Peki bu nasıl oldu?

Mekanizma o kadar iyi tasarlanmıştı ki, kapıları açıldığında bile sırrını ele vermiyordu. İçeride görünen metal çark düzenekleri gerçekten de bu otomatonun satranç oynayabildiğini gösteriyordu adeta. Oysa satranç oynayan, makinenin içine saklanmış gerçek bir oyuncuydu. Aletin içindeki kapıların düzenlenişi, sırayla kapılar açılırken içerideki kişinin kapalı kısımlara doğru hareket etmesine imkan veriyordu. 

Satranç taşlarının altlarında güçlü bir mıknatıs bulunuyor ve taşlar hareket ettiğinde masanın alt tarafından nereye hareket ettikleri takip edilebiliyordu. İmparatoriçe Maria Theresa'yı memnun etmek amacıyla Wolfgang von Kempelen tarafından hayata geçirilmiş olan Türk, anlaşıldığı üzere çok iyi tasarlanmıştı. Birçok kişi düzeneğin içinde bir insan olduğundan şüpheleniyor, ama bunu kanıtlayamıyordu. 1783'te Avrupa turuna adım atan Türk; Paris, Londra, Leipzig, Dresden gibi önde gelen Avrupa şehirlerini gezdi.

Yeniden yapılan 'Türk'
Dedikodulara göre Türk, Prusya kralı Frederick'in eline geçer ve Frederick sırlarını vermesi için Kempelen'e yüklü bir miktar para önerir. Aletin nasıl çalıştığını öğrenen Frederick sırrı ifşa etmez, ama hayalkırıklığına uğrar. Belli bir süre sarayda kaldığı düşünülen Türk, Maelzel adında alet ve makinelere ilgi duyan Bavaryalı bir müzisyene satılır ve onun tarafından sergilenir.

Türk'ün hikayesini "Sibernetik: Dünü, bugünü, yarını" adlı ilginç bir kitaptan öğrenmiştim. Yeni öğrendiğim şey ise Amazon'un "Mechanical Turk" adlı bir hizmet sunması. Bu site 2005 yılında kurulmuş ve kullanıcılarına bilgisaylara zor ama insanlara kolay gelen işlemleri sunuyor. Örneğin "Bu resimde ne var?", "Hangi fotoğraf Hint yemeğine daha çok benziyor?" gibi sorulara cevap veren kişiler, Amazon'un sitesinde çalışıyor. Siz de hem cevap veren hem de soru soran kişi olarak bu siteden fayda sağlayabilirsiniz, detaylar için buraya tıklayın.

29 Mart, 2012

391 - Öğrenilmiş çaresizlikle sev beni

Perşembe, Mart 29, 2012 Gönderen Berna Arslan 2 yorum
Evimize bir muhabbet kuşu (mubiş) aldığımızdan bahsetmiştim daha önce. Mubişimizin adı Limon oldu. Kendisi aynı zamanda tatlı olduğundan bazen Limonata diye de sesleniyoruz. İnternette yavru kuşların her gün belli bir süre boyunca el içinde tutulması ve sevilmesi gerektiğine dair bir video izledim. Bense bizim kuşu Özgür Willy olarak yetiştirmeye kararlıydım. Bu yüzden ilk birkaç günden itibaren kafesi hep açık durdu, kuş özgürce gezdi. Bazı geceler kafesinin dışında uyudu. Şimdi yavaş yavaş elime alışmaya başladı, hatta bir kere parmağıma çıktı, ağzımı burnumu gagaladı. Ama kuşçuk ele gelmekten aslında hiiç hoşlanmıyor. Gıdısını sevme imkanı yakaladığımızda (çok uykusu varken dünya umrunda değil) tuhaf tuhaf durmakla yetiniyor. Bu bizim Limon.

Bir de annemin baktığı bir kuş var. Bu mubiş, ilk bir ay boyunca her şeyden korkup hiç alışmazken şimdi kendini yakalatıyor ve sesini bile çıkarmıyor. Her tarafını kaşıttırıyor ve öptürüyor. Peki bu kuş nasıl bu hale geldi? Yakalanmaya alıştığı için. Benim Willy teorisine tamamen zıt bir durum ve başarılı sonuçlar. Bu duruma dayanamayarak biz de dün akşam mubişimizi tuttuk ve ilginç bir şekilde hiç kaçmadı (bence uykusu olduğundan). Sevdik, okşadık, bıraktık. Şimdi bütün bunları neden anlattım?

Temsili mubiş
İnsan psikolojisinde de kullanılan ama daha çok hayvan psikolojisi çalışmalarında gözümüze çarpan bir kavram var: Öğrenilmiş çaresizlik. Belli bir durumdan kendini kurtaramayacağını öğrenen hayvan, bir süre sonra bu duruma düştüğünde kendisine kurtulması için bir yol verilse bile bunu görmezden gelip durumu kabulleniyor. Öğrenilmiş çaresizlik, insanlarda depresyona benzetiliyor, çünkü depresyondaki insanlar genelde davranışlarının bulundukları durumu değiştirmeyeceğini, hayatları üzerinde kontrolleri olmadığını hissediyorlar.

Ben de Limoncuk yakalana yakalana bir yandan depresyona girsin istemedim, bakalım neler olacak.

28 Mart, 2012

390 - Seksi Politika: Film afişleri gerçeği söyleseydi

Çarşamba, Mart 28, 2012 Gönderen Berna Arslan , , yorum yok
2012 yılında Oscar ödüllerine aday olan filmlerin afişleri gerçeği söyleseydi nasıl olurdu diye bir çalışma yapmış theshiznit adlı site. Çok hoşuma gitti, aşağıda birkaçını paylaşıyorum.

Ides of March / Zirveye Giden Yol:

Seksi Politika: Gerçek politikacılar böyle görünseydi, belki politika daha umrunuzda olabilirdi.


Moneyball / Kazanma Sanatı:

Beyzbol dünyasında Brad Pitt:  Umarız spor hakkında konuşmayı seviyorsunuzdur.


Beginners / Yeni Başlangıçlar:

Yaşlı eşcinsel adam Oscar'ı kazanıyor.


J. Edgar:

Lütfen beni aday gösterin. Her ödüle razıyım. Sadece En iyi makyaj olsa bile.



Geri kalanına şuradan göz atabilirsiniz.

24 Mart, 2012

389 - Okulların İhtiyaçlarına Destek Vermek Artık Çok Kolay

Cumartesi, Mart 24, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , yorum yok
Bir Silgi Bir Kalem adlı site, bağışçılar ile okulları buluşturuyor ve böylece bağış sürecini kolaylaştırıyor. Türkiye'nin birçok yerindeki okullara kitap, bilgisayar, giysi ve mobilya bağışlamaya imkan veren bu sisteme bağışçı olarak katılmak isterseniz buraya tıklayarak bir bağışçı profili oluşturabilirsiniz.

Sitede, okulların ihtiyaç duyduğu çeşitli ürünler ve bunların miktarları bulunuyor. Karşılamak istediğiniz miktarı seçerek online olarak satın alabiliyorsunuz. Online satın almak zorunda da değilsiniz, isterseniz ürünü kendiniz de tedarik edip kargo ile yollayabiliyorsunuz. Yalnız, ikinci el ürünlere pek sıcak bakmıyorlar. Merak ettikleriniz varsa bağış ile ilgili sıkça sorulan sorulara şu adresten bakabilirsiniz.

23 Mart, 2012

388 - Zack Hemsey: Fragman müziklerinin bestecisi

Zack Hemsey, müzikleri çoğunlukla film fragmanlarında kullanılan Amerikalı bir besteci. 2010 yılının ses getiren filmlerinden Inception'ın (Başlangıç) üçüncü fragmanında kullanılan müzik ve ikinci sezonu yakında yayınlanacak olan Game of Thrones'un fragmanlarındaki müzikler Hemsey'e ait.


Merak ettiyseniz, Inception'da kullanılan müzik burada, Abraham Lincoln'un fragmanı burada, Game of Thrones'ta kullanılan "Vengeance" isimli müzik ise burada. Özellikle Inception'da kullanılmış olan "Mind Heist" isimli müziği beğendim. 

Aşağıda Hemsey'nin müziklerinin kullanıldığı sinema ve televizyon yapımlarını görebilirsiniz:











22 Mart, 2012

387 - Emek Sensin

Perşembe, Mart 22, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , 6 yorum
Birkaç gündür yazma fırsatı bulamadım. Bugün emeksensin.com adlı siteden bahsetmek istiyorum. Siteye Etsy'nin Türk versiyonu denebilir. Yaptıkları çeşitli elişlerini satmak isteyenler bu sitede alıcılar ile buluşuyor. Satılanlar çok çeşitli: örgüden yapılmış oyuncaklar, aksesuarlar, tığ işleri, yağlıboya tablolar, fotoğraflar... Etsy'i içerdiği kaliteli ve yaratıcı ürünler nedeniyle çok beğeniyordum. Bu yüzden, böyle bir sitenin Türkiye'de hizmet vermesine sevindim.

Sitede bulunan hoş ürünlerden birkaçı aşağıda:




Dipnot: Yakında ben de emeksensin.com'da bir dükkan açabilirim, o zaman haber edeceğim!

17 Mart, 2012

386 - Doctor Who: 1963'ten Bugüne

Cumartesi, Mart 17, 2012 Gönderen Berna Arslan , yorum yok
Doctor Who'yu hiç izlediniz mi? Ben birkaç defa izledim, bana göre biraz fazla absürd, ama bir şekilde kendini izletiyor. Doktor, gerçek adını bilmediğimiz, zamanda yolculuk yapan bir uzaylı.


İlk Doctor Who'nun 1963'te yayınlanmış olduğunu duyunca ise şaşırdım. O zamandan beri başrolde Doktor'u oynayan oyuncu 10 kere değişmiş, yani şu anda 11. doktorla karşı karşıyayız.

Şu adreste 1963'ten günümüze Doctor Who'nun kısa bir grafik özetini görebilirsiniz. Serinin tarihinde en popüler olan bölümlerden biri ise 10. doktorun başrolünde oynadığı Blink adlı bölümmüş. O bölüme rastlamıştım, sürükleyici ve korkutucuydu, hiç izlemediyseniz ondan başlamak iyi bir fikir olabilir.

Doktor'u oynayan oyuncular 27 ve 55 yaşları arasında değişiyor. İlk doktor oyuncular arasındaki en yaşlısı iken, son doktor da en genci.

16 Mart, 2012

385 - Brezilya fönü kanserojen

gelecekte bir gün dünya üzerinde yaşamış en aptal insanlar ilan edileceğiz

Bir ara fırsat siteleri Brezilya fönü ile dolup taşıyordu. O sayede saçları uzun süreli düzleştirme yöntemi olduğunu öğrendiğim Brezilya fönünün sağlığa zararlı olup olmadığı da tartışılan bir noktaydı. Eğer aranızda bu yöntemi kullanmayı düşünenler varsa hemen vazgeçsin, çünkü uygulamada kullanılan solüsyon yüksek derecede formaldehit içeriyor ve bu yüzden kanserojen. Solüsyondaki formaldehit miktarının vücudun tolere edebileceğinden 42 kat daha fazla olduğu söyleniyor.

Kanada'da yasaklanan ürün, ABD'de de kanserojen olarak etiketlenmiş, ama ilginç bir şekilde raflardan indirilmemiş. Türkiye'de ise bir gelişme olduğundan pek emin değilim. O yüzden çevrenizi de bu konuda bilgilendirirseniz faydalı olacaktır. Brezilya fönü, bu işlemi uygulayan kuaförler için de büyük bir tehlike arzediyor. 

Son zamanlarda formaldehit içermediği söylenen ürünler de piyasaya sürülmüş, ancak bu ürünlerin içerdiği bazı maddeler ısınınca formaldehit açığa çıkarıyormuş. Tavsiyem her türlüsünden uzak durmak.

Kaynak burada.

15 Mart, 2012

384 - Türkiye Posterleri

Perşembe, Mart 15, 2012 Gönderen Berna Arslan , 1 yorum
Türkiye'nin güzelliklerini grafik tasarım ile öne çıkarmayı planlanan Türkiye Posterleri projesi, isteyenlere ücretsiz olarak Türkiye ile ilgili basıma hazır posterler sunuyor. Projenin amacı Türkiye'nin marka değerini artırmak olarak açıklanmış.

Sitede, web sitesi veya blog kullanımları için küçük resimler, evde basım yapabilmek için A4'e uygun orta boyutlu resimler ve mekanlarda kullanılması üzere büyük boyutlu resimler bulunuyor.

Posterler, hem yazı tipleri hem de renk kullanımları ile eski film posterlerini hatırlatıyor. Sanki 50'li yıllardan çıkmış gibiler.

Aşağıda birkaç örneğini görebilirsiniz, buradan
da beğendiklerinizi indirebilirsiniz.


14 Mart, 2012

Blogcu Anne ile Söyleşi

Çarşamba, Mart 14, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
Merhaba sevgili okuyucular,

Daha önce Blogcu Anne ile söyleşi yapacağımı duyurmuştum. Söyleşiye geçmeden önce kısaca Blogcu Anne hakkında da bilgi vermek isterim. Blogcuanne.com anne-babalar, hamileler ve anne-baba olmayı düşünen birçok kişi tarafından ziyaret edilen bir bilgi ve deneyim kaynağı. "Annelik her zaman tozpembe değil" sloganıyla yola çıkan Elif Doğan, kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazılarında anneliğin iyi taraflarından olduğu kadar zor ve yorucu kısımlarından da bahsediyor ve diğer anneler için bir paylaşım ortamı sağlıyor. Bunun yanında doğal doğumu desteklemek amacıyla Pozitif Doğum Hikayeleri yayınlıyor, çalışan annelerin iş yerindeki ve emziren annenin toplum içindeki haklarını korumak amacıyla Emzirme Reformu
'na önayak oluyor. Sitesi gün içinde binlerce ziyaret alan Blogcu Anne ile söyleşimiz aşağıda.


Günümüzün anne adayları ve anneleri çok okumaları, araştırmaları ile biliniyor. Bana öyle geliyor ki, bunun sebeplerinden birisi, günümüz kadınlarının başarı ve kariyer odaklı yetiştirilmeleri ve daha ‘kadınsı’ tabir edilebilecek konular hakkında yeterli bilgi veya deneyim sahibi olma fırsatlarının olmaması. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Size katılıyorum. Adına şehirleşme mi diyelim, modernleşme mi diyelim, işte o kavram bizi biraz da gelenekselliğimizden uzaklaştırdı aslında. Aile kavramı küçüldükçe, çekirdek aile denilen üç-dört kişilik aileler yaygınlaştıkça bu ailelerin üyeleri de bu “kadınsı” konular hakkında tecrübe edinemez oldular. Çoğu şehirli kadının kucağına aldığı ilk bebek kendininki oluyor artık. 


EBELİK SİSTEMİ GERİ GELMELİ

Blogunuzda “Pozitif Doğum Hikayeleri”ne yer vererek, anne adaylarının çevrelerinden duydukları olumsuz hikayeler yüzünden normal doğumdan vazgeçip planlı sezaryene yönelmelerini önlemeyi amaçlıyorsunuz. Anladığım kadarıyla bu girişim ile birçok annenin doğal doğumu tercih etmesine önayak oldunuz, öncelikle tebrik ederim. Sizce bu konuda atılması gereken diğer adımlar neler olabilir?

Çok teşekkür ederim. Bu konuda atılması gereken iki önemli adım var bence: 
(1) Ebelik sisteminin geri getirilmesi. (2) Doğumun hastanelerden çıkıp (donanımlı) doğum evlerinde gerçekleşmesi – ki birinci adımın doğal sonuçlarından biri olacaktır bu. Ancak bunların da olması için öncelikle hamilelik ve doğumun hastalık değil, doğal bir olay olduğu algısının oturması lazım.

Ülkemizdeki ücretsiz doğum öncesi eğitim ve bilgilendirme kurslarını yeterli görüyor musunuz?

Hayır, maalesef yeterli görmüyorum. Devlet hastanelerinde böyle bir kursa katılmadım, ancak katıldığım bir özel hastanenin (halka açık) kursunda doğal doğuma nasıl hazırlanabilineceğinden ziyade doğum sırasında ne tür anesteziler alınabileceğinden bahsediliyordu. Ancak emzirme konusunda çok güzel bilgilendirmeler yapılıyor (yine özel hastanelerin ücretsiz kurslarından bahsediyorum).



ÇALIŞMAYAN ANNE SENDROMU

Bir yazınızda annenin çocuğunu istemeden de olsa ve farkında olmaksızın projesi haline getirebileceği ve çocuk istediği gibi davranmayınca hayalkırıklığına uğrayabileceğine değinmiştiniz. Bu kısım bana oldukça önemli geldi, sizce bundan kaçınmak için bir annenin ne yapması gerekir?

Bu, annenin kişiliğiyle alakalı bence. Bazı insanlar bir şeylerle uğraşmadan duramıyorlar. Aslında bu herkes için geçerli de, kimimiz, yapımız gereği, daha bir “proje” arayışındayız. Ben de öyle olduğumu çocuk sahibi olup çalışmayı bıraktıktan sonra fark ettim.

Ben bunu “çalışmayan anne sendromu” olarak adlandırmıştım. Daha önceden çalışma hayatında olup, çalışmaya çocuk için ara veren kadınların yakalanması daha büyük ihtimal. Bunun önüne geçmek için de kişinin (annenin) kendine bir uğraş edinmesi lazım. Bu part-time çalışmak olabilir, fotoğrafçılık kursuna gitmek olabilir, blog yazmak olabilir… Çocuktan ayrı, annenin sadece kendisi için yaptığı bir şey olsun, yeter.

İş hayatında ve toplumsal hayatta emzirmenin kabul görmesi ve annelerin desteklenmesi için “Emzirme Reformu”nu başlattınız. Bu hareket ne kadar etkili oldu, sizce bundan sonra neler yapılmalı?

Bu hareket belirli bir kesimde farkındalık yaratmak açısından oldukça etkili oldu. Bundan önce böyle bir sorun olduğu ortaya pek konmamıştı, birçok kadın kendi içlerinde -veya küçük çevrelerinde- sıkıntı yaşıyor, ancak bunu pek paylaşmıyordu. Emzirme Reformu kadınların anne olduktan sonraki haklarına –ve uğradıkları haksızlıklara- dikkat çekmek açısından önemli bir adımdı. Yeterli mi derseniz, hayır. Hakkında farkındalık yaratılması gereken birçok konu daha var geride. Örneğin, emzirme dönemi bittikten çok sonra da annelerin yaşadığı sıkıntılar. Birçok anne çocuğu hasta olduğu zaman işten izin alamıyor. Bu da en az onun kadar ciddi bir sorun.

Bundan sonra yapılacaklar bu tür konulara da dikkat çekmek olmalı. Emzirme Reformu’nun arkasında ciddi bir gönüllü grubu vardı. Aynı grup şimdi Anne Dostu Toplum Platformu olma yolunda. Ancak yapılması gereken çok fazla iş var. Organize bir şekilde çalışıp, toplumun ve devletin tüm kesimlerinden destek alıp bu bilinci yaymak lazım.



ANNE DOSTU DEĞİLİZ

Sizin okuyucularınıza sormuş olduğunuz bir soruyu ben de size sorayım: “Türk toplumunun ‘anne dostu’ bir toplum olduğunu düşünüyor musunuz?”

Bir toplumun “anne” ya da herhangi bir grubun dostu olabilmesi için her türlü dezavantajlı grubun dostu olması lazım. Maalesef bu konuda gerideyiz. Örneğin engelli vatandaşlarımızın ne kadarı sokakta kendi başlarına gezebiliyorlar? Kaçı kimseden destek almak zorunda olmadan otobüse binebiliyor, kaldırımlarda yürüyebiliyor? Hayır, anne dostu değiliz, çünkü kurallara uyan, çoğunluktan olmayanlara saygı gösteren bir toplum değiliz.

Doğal doğum konusunda bilinçlenmeyi destekliyorsunuz, emzirme reformunu ortaya attınız ve bildiğim kadarıyla anne dostu kurumlara ödül vermeyi planlıyorsunuz... Hayata geçirmeyi planladığınız bu tür başka fikirleriniz var mı?

Hayır, bunlara bile zor yetişiyorum; şimdilik yeter.

Özel okullar yerine devlet okullarını desteklediğiniz için çevrenizdeki birçok kişiden ayrıldığınızı düşünüyorum ve sizinle aynı fikirdeyim. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Önce altını çizeyim: devlet okulu/özel okul ayrıştırmasında devlet okulu tercihini ilkokul sürecinde yapıyorum. Takip eden eğitim yıllarına dair özel okula yatkın olmakla birlikte henüz bir fikir geliştirmedim. Çocuğumu ilkokulda devlet okuluna gönderme kararım benim kendi çocuğum için, kendi imkan ve şartlarım dahilinde geliştirdiğim kişisel kararım. Herkes böyle yapmalı diyemem, ancak herkes böyle yapsaydı o zaman özel okullar bu kadar alıp yürümez, devlet okulları bu kadar ötelenmezdi.

“Anne olunca anlarsın” sözü sizin için geçerli oldu mu?

Evet, ama anne olmama rağmen anlamadığım bir sürü şey var.



RAHATLAMAK İÇİN SOSYAL MEDYA

Blogunuzda en çok okunan ve ilgi çeken yazılar hangi konularda?

Kafa karıştırıcı konular, anne-babaların içinden çıkamadığı. Okul konusu bunlardan biri. Bir de konuşulmayan ama herkesçe paylaşılan konular var. Anneliğin zor yanları.  Ve eşler arasındaki ilişki, çocuktan sonra cinsel yaşam konusu da çok okunan bir konu tabii ki.

Blogunuz çocuklarla yaşadığınız stresli bir günden sonra rahatlamanızı sağlıyor mu?

Evet, ancak yetmediği oluyor. Anlık rahatlamalar için sosyal medyayı daha çok kullanıyorum.

“Blogcu Anne” dışında bir kariyer düşünüyor musunuz?

Şu anda hayır. Bunu geliştirmek ve desteklemek şu andaki amacım. Bir kitap projem var, yavaş da olsa üzerinde çalışıyorum. 

Son olarak biraz da babalardan bahsedelim. Sizce erkeklerin baba olarak daha aktif roller alabilmeleri için çocukluktan itibaren nasıl yetişmeleri ve yetişkin olarak kendilerini nasıl eğitmeleri gerekiyor?

Bir kere biz annelerin oğullarımıza “kıymamız” gerekiyor. Onları “erkek evlat” olarak değil de, evin katılımcı bir ferdi olarak yetiştirmemiz gerekiyor. Erkeklerin baba olmaya nasıl hazırlanmaları gerektiği konusunda bir şey diyemem, ancak şu bir gerçek ki erkeğin babalığa hazırlanmasında da yine kadına iş düşüyor. Bunu “böyle olmalı” anlamında söylemiyorum, ama böyle oluyor maalesef. Okuduğumuz makaleleri kocalarımızla paylaşıyoruz, kitap sayfalarının altını çizip okutmaya çalışıyoruz. Onun sorumluluğunu da fazlasıyla üzerimize alıyoruz. 

Çok teşekkür ederim.

383 - Çocukla nasıl sergi/müze gezilir?

Muhtemelen duymuşsunuzdur Sakıp Sabancı Müzesi'nde (SSM) 10 Haziran'a kadar devam edecek olan Rembrandt ve Çağdaşları sergisi açıldı. SSM sergiyle ilgili bilgi veren web sitesine çok faydalı bir kısım eklemiş: Çocuklarla daha eğlenceli ve verimli bir müze gezisi için öneriler.


Bu sergiye (ve diğer başka müze ve sergi gezileri için de faydalı olabilir) çocuğunuzla gitmeyi düşünüyorsanız SSM örneğin şu konularda bilgi veriyor: Gezi öncesi çocuğun merak etmesini sağlamak ve onu bilgilendirmek amacıyla neler yapılmalı, gezinin eğlenceli geçmesi için neler yapılmalı, gezi sonrasında öğrenme süreci nasıl sürdürülebilir.

SSM, ayrıca çocukların sıkılmadan müze gezisinden keyif almaları için kelime avı, labirent, hafıza kartı gibi materyaller hazırlamış, sitelerinden edinebilirsiniz. Bu fikirler hem anne-babaların hem de öğretmenlerin işine yarayabilir.

08 Mart, 2012

381 - Sushi Kursu Deneyimleri

Perşembe, Mart 08, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , 6 yorum
Bunu da yaptığıma göre yeşil eşofmanımı giyip Bağdat Caddesi'ne çıkmama az kaldı. Şaka, şaka... Eşim bize Sevgililer Günü hediyesi olarak değişik bir aktivite yapalım amacıyla iki kişilik Sushi kursu hediye etti. Biz de Bebek'te bulunan ve Türkiye'nin ilk sushi restoranı olan Mori'ye doğru sushi nasıl yapılır öğrenmek amacıyla yola çıktık.

Giderken hayalimizde mutfağa gireceğimiz, önce pirinçleri haşlayacağımız, sonra da nasıl ve hangi malzemeler ile sushinin hazırlanacağını öğreneceğimiz bir gün vardı. Beklediğimize oranla daha hazırlopçu bir aktivite oldu. Pirinçler zaten haşlanmış, malzemeler zaten doğranmıştı. Ama yine de yapması, farklı sushi tiplerini öğrenmesi ve en sonunda da mideye indirmesi oldukça zevkli oldu.

Grupta sanırsam 8 kişi kadardık. Öğretmenimiz Taylandlıydı. Kullandığımız malzemeler şunlardı: Somon, levrek, yengeç, avokado, salatalık, mayonez, turuncu havyar, elbette pirinç, yosun, pirinç elinize yapışmasın diye su ve sarmaya yardımcı olması amacıyla hasır bir düzlem.

Sushinin çeşitli tiplerini öğrendik. Maki, Handroll, Nigiri ve California'nın çeşitlerini yaptık. 


Pek bilgim yok, ama herhalde başka malzemeler ile yapılan sushiler de vardır. Sushi oldukça tuzsuz, bu yüzden genelde soya sosuyla yeniyor. Ben de aklımda kendi sushimi oluşturdum ama pratiğe dökmedim. Ben olsam somon, krem peynir ve taze soğan kullanırdım, maliyet biraz daha artırılırsa somon füme ile de güzel olur sanki. Bir tane de zeytin ezmeli denenebilir. Favorim yosun kısmı içeride olan California Rolls oldu. Amerikalılar işin içine girince kalorili ve sağlıksız mayonez de sushinin içine girivermiş, ama lezzetli de olmuş.

Son olarak sushiler dilimlere ayrıldıktan sonra soya sosu, zencefil turşusu ve meşhur ünlü sos Wasabi ile servis ediliyor. 


Nasıl sushi yaparım diyenler böyle bir kursa gidebilir veya malzemeleri hazır edip youtube videolarından öğrenebilir. Örneğin burada sake maki'nin yapımı bulunuyor.

Bunlar da yaptıklarımızdan fotoğraflar:



Pek popüler olmayan handroll'lar

Kadın Görünümünün Evrimi

Perşembe, Mart 08, 2012 Gönderen Berna Arslan 2 yorum

Bu video hoşuma gitti. İlk çağlardan günümüze kadınların dış görünüşünün nasıl değiştiğini geçişlerle gösteriyor. Tabii daha çok Batı uygarlıklarındaki dış görünüşü temel almış. 1980'ler ise her zamanki gibi anlatılmaz yaşanır bir dönem olduğunu farkettiriyor =) 

Not: Favorilerimden biri olan Helenistik Çağ'da artık herkesin çarşaf dolamış gibi beyaz giyinmediğini biliyoruz.

07 Mart, 2012

380 - Bestseller Yazarı: Nicholas Sparks

Çarşamba, Mart 07, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , 1 yorum
The Notebook filmini izlediniz mi? Ya da Message in a Bottle'ı? Bu filmler, Nicholas Sparks'ın romanlarından uyarlandı. Sparks'ın romanlarının çoğu çok satanlar listesine hızlıca yükseliyor ve uzun süre bu durumlarını koruyorlar.

Sparks, 1965'te ABD'de Nebraska'da doğmuş, şu anda North Carolina'da yaşıyor. 28 yaşındayken The Notebook'u (Defter) yazmaya başlamış. 1996'da yayımlanan roman, ilk haftasında New York Times'ın çok satanlar listesine girmiş. 

Defter'i okumadım, ancak filmi çok beğendiğim filmler arasındadır. Yazarın sadece "The Guardian" adlı kitabını okudum. Kitap çok akıcı, genelde sürükleyici, basit bir dille yazılmış ve kitaptan çok film gibiydi. Maalesef yazar karakterlerin iç dünyalarına fazla girmiyor. 
Sanırım kitabı sinemaya uyarlansın motivasyonuyla yazmış. Film izlerken oyuncuların mimikleri ve hareketlerinden diyalogların altında yatan diğer şeyleri çıkarabiliyoruz, ama bir romanda karakterlerin düşünceleri ve hisleri eksik tasvir edilince bunu çıkaracak bir taraf kalmıyor. 

Eğitim hayatında oldukça başarılı olan yazar ayrıca dindar bir Katolik. Bugüne kadar kitapları 45'ten fazla dile çevrilmiş.

Yazarın kitaplarından sinemaya uyarlanan filmlerin afişleri:

06 Mart, 2012

379 - Pratik Yemek: Tavada Börek

Salı, Mart 06, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , yorum yok
Canınız börek çekiyorsa 10-15 dakikada kolayca hazırlayabilirsiniz.  Kendi yaptığım gibi kısaca anlatayım.

Malzemeler:

1 yumurta

Yarım su bardağı süt veya 3 yemek kaşığı yoğurt
2-3 yufka
3/4 su bardağı ayçiçek yağı

Beyaz peynir
İstenirse maydanoz

Yapılışı:


Yufkaları ıslatmak için kullanılacak olan karışımı yumurta, süt veya yoğurt ve yarım su bardağı ayçiçek yağını karıştırararak hazırlayın.


Tavayı geri kalan yağ ile yağlayın ve içine tavanın büyüklüğüne göre yarım veya bir yufkayı serin. Yaklaşık yarım yufkayı elinizle parçalara ayırın ve alt kattaki yufkanın üzerine dağıtın. Yumurtalı karışımın bir kısmını bu kata serin. Üzerine peyniri veya maydanozlu peynir karışımını koyun. Tekrar üzerine yufka parçaları ilave edin. Yumurtalı karışımın geri kalan kısmını ekleyin, isterseniz biraz daha peynir koyun. Kenarlardan taşan yufkaları içeriye doğru kapatın. 

Ocağın büyük gözünü kısık şekilde açın, önce bir tarafının pişmesini bekleyin. 5 dakika sonra bir spatula ile altını kontrol edin. Piştiyse tabak yardımıyla ters çevirin, diğer yanını da pişirin. 

Afiyet olsun!

Dipnot: Yarısını yediğim için fotoğraf çekmeyeyim dedim =)

05 Mart, 2012

378 - Amerika'nın Keşfinin Gerçek Hikayesi

Pazartesi, Mart 05, 2012 Gönderen Berna Arslan , , , , , yorum yok
Amerika'nın kaşifi sayılan Kristof Kolomb, aslında Amerika'yı keşfettiğini bilmiyor, buranın Hint adaları olduğunu zannediyormuş. Ayrıca Kolomb'dan daha önce Amerika kıtasına ulaşanlar olduğu biliniyor. Bu kişilerin en başında Amerikan yerlileri gelirken, daha sonra bahsedeceğim üzere Vikinglerin de Amerika kıtasına ayak bastıkları düşünülüyor. Kolomb'un önemi ise bu kıtanın varlığına Batı uygarlığının dikkatini çekmesinden kaynaklanıyor.

1502 ve 1504 yılları arasında Amerigo Vespucci'nin gezi günlükleri yayımlanıyor. Bu günlükleri okuyan Alman haritacı Martin Waldseemüller Amerika'nın bir Hint adası olmadığına ve kendi başına bir kıta olduğuna kanaat getirip, bu fikri yansıttığı bir dünya haritası oluşturuyor. Yeni kıtaya Vespucci'nin isminin Latince'deki hali olan Americus'tan esinlenerek America ismini veriyor. Bu harita "America" ismini gösteren ilk harita olduğu için de oldukça ünlü.

Waldseemüller'in 1507 tarihli haritası

İngilizler, Amerika'nın keşfinde Kolomb'un rolünü ciddiye almayıp Venedikli John Cabot'nun adını ön plana çıkarmışlar. Ama Cabot, Amerikan tarihinin ulusal bir figürü haline gelemediğinden, Amerikalılar Kolomb'u tercih ediyor. Bunda Kolomb'un Hristiyanlığı yaymasının da büyük etkisi olmuş olabilir.

Kuzey Amerika'ya ayak basan ilk Avrupalı olarak nitelendirilen Leif Ericson, aslında Kolomb'tan 500 yıl önce Amerika'yı keşfetmiş. Ericson'un 970'lerin sonlarında doğduğu düşünülüyor. Heykeli 1887'de Boston'a dikilmiş.
Ericson'un Amerika'yı keşfinin 1893 yılında resmedilişi

01 Mart, 2012

Hayattan Öğrendiklerim

Perşembe, Mart 01, 2012 Gönderen Berna Arslan 4 yorum
Her zaman bilgi paylaşacak değiliz, insanın tecrübeleri ile öğrendikleri de var. Ben de kendimce en önemlilerini belirledim, yazdım. Sizden de katılım beklerim, sizin hayattan öğrendiğiniz en önemli dersler neler?

İşte benimkiler:
  • Bir gün McDonalds'ta yemek yiyoruz anne babamla, ben de küçüğüm. Biliyorsunuz çocuk menülerinde oyuncak veriyor orası. Yan masamızda da çocuklu bir aile var. Ben de onun oyuncağını merak ettim, bir süre için masalarında da kimse yoktu. Gittim menü kutusundan oyuncağını aldım, bir Dalmaçyalıydı. Annemler nereden buldun onu deyince de söyledim. Hemen kaldırdılar beni, hep beraber oradan dışarıya çıktık. Bunu utandıklarından yaptılar elbette ama keşke orada geri verseydik, gerçekten hırsızmışım gibi kaçmasaydık diyorum şimdi. Bir de o Dalmaçyalı bizim evde senelerce durdu! Çocuklara yaptıkları şeyler için sorumluluk verilmesi gerektiğini öğrendim.
  • Çocukken zevk için salyangozları ezmeyi seviyordum. Bir canları olduğu, hayvan oldukları aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bir gün babam yazık onların hiç zararı yok, sadece ot yiyerek yaşayan bir hayvan, niye eziyorsun dedi. O gün hayvanların yaşama hakkına saygı duymayı öğrenmeye başladım.
  • İlkokulda başarılı bir öğrenci olduğum için gittiğim özel dershane (o zamanlar Anadolu Lisesi sınavları 5. sınıftan sonraydı) bana lise sona kadar burs vermişti. Böylece annem ve babam bana sormadan beni 4. sınıfta okulumdan aldı ve özel okulda korkunç bir 5. sınıf tecrübesi yaşamama neden oldular. Neyse ki çabalarım sonuç verdi ve oraya sadece bir sene gittim. Karar alırken kimseyi karıştırmamayı öğrendim.
  • Annem sağolsun kendi korktuğu için küçükken bana da yılan fobisini aşıladı. Hala pek sevmesem de en azından artık fotoğraf görünce kitabı elimden atmıyor ve yılan içeren belgesellere az buçuk bakıyorum. Bu konuya ilişkin iki anım var. Birincisi ben çocukken yazlıkta arabayla bir yere gidiyorduk. Yolumuza bir yılan çıkmış, ben görmedim. Biz geçip gittik. Arkadaki araba ise durdu, geri gitti ve hayvanı bilerek ezdi, sonra da yoluna devam etti. İkinci olay ise yine yazlıkta geçiyor ama ben daha büyüğüm. Bizim yazlıkta derenin denizle birleştiği bir yer var. Herhalde dereden bir yılan denize karışmış, bir baba-oğulun kullanmakta olduğu şişme bota tırmanmaya başlamış. Bunlar da kürekle hayvana vurup olay yerinden uzaklaşmışlar. Daha sonra gün içinde hayvanın başka bir yerde yakalandığı ve öldürüldüğü haberi geldi (sanki teröristmiş gibi anlattım ama). Ben zaten korkmuşum, en sevdiğim yer olan denizden kabus gibi çıkmış. Bir an rahatladım öldüğünü duyunca. Sonra kayınvalidem yazık olmuş deyince bir aydınlanma yaşadım desem yeridir. O an köpeklerden korkan insanların onların ölümüne ses çıkarmadığı aklıma geldi. Kendimi onlarla aynı kefeye koydum. Bu iki olay sonucunda da bir canlıdan nefret de etsem korksam da onun ölümüne razı olamayacağımı öğrendim.
ve...


  • En eski ve iyi arkadaşların herkesten farklı bir yerleri olduğunu, bazı huyları rahatsız etse bile bunun değişmeyeceğini,
  • "Selvi Boylum Al Yazmalım" gibi olacak ama sevginin emek olduğunu,
  • İstediğin işi yapmanın önemini ve bunun için riske girmen gerektiğini,
  • Bir insana ilk görüşte ısınamadıysan ikinci bir şans vermen gerektiğini ama bunun pek bir işe yaramadığını =) 
  • Birçok iyi eğitimli ve iş güç sahibi insanın da klişe olduğunu,
  • Bir şeye sinirlendiğinde veya üzüldüğünde bunu başka şekilde açığa vurmak yerine konuşmanın veya bağırmanın daha faydalı olabileceğini, 
  • Genç Werther gibi sadece bir süre yaşanabileceğini, 
  • Bir tartışmadan sonra küslüğü uzatmamak gerektiğini,
  • Devamlı şikayet eden insanların beni fazlasıyla strese soktuğunu, 
  • Sinemaya yalnız gitmenin çok zevkli olduğunu,
  • Kararsızlığın berbat bir şey olduğunu ve hızlı karar almak gerektiğini,
  • Üniversite eğitiminin aptallığı sonlandırmadığını öğrendim.
  •  
    Bayağı psikoterapi seansı yaptık, hadi bakalım, son olarak, 

YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİRŞEY VAR

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu

 If you want something in your life you've never had, you'll have to do something, you've never done...

Buna da göz atın: http://www.fluentin3months.com/life-lessons/